İÇ POLİTİKA

  1. 1,5 ayda 63 milyar 735 milyon dolar eriyen 2022 Bütçesi, ülkenin krizdeki ekonomik tablosuna ve milyonlarca yurttaşın taleplerine yanıt vermekten uzak boş bir belgedir!

DIŞ POLİTİKA

  1. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Osman Kavala hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği tahliye kararını uygulamayan Türkiye için “ihlal prosedürü” başlattı.
  2. Rusya-Ukrayna geriliminde Erdoğan-Putin görüşmesinden sonuç alınamadı. Rusya, Kırım ve Ukrayna’ya SİHA satışı nedeniyle Türkiye’yi taraf görüyor!
  3. Doğu Akdeniz’de Türkiye ve KKTC’nin daha önce hak iddia ettiği Münhasır Ekonomik Bölge’de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından ABD’li ExxonMobil ile Katar Devlet Petrolleri konsorsiyumuna arama ruhsatı verilmesi ve sondaj çalışmalarına başlanması tansiyonu yükseltti!
  4. Biden’ın 9 Aralık’taki Demokrasi Zirvesi’ne davetli ülkeler ve liderler listesi netleşirken, bu girişimin gerçek niyetiyle ilgili sorular çoğalıyor!
  5. Suriye ve BAE’den aynı anda Tahran’a gerçekleştirilen ziyaretler gerek Suriye’de siyasi çözüm gerekse BAE-Suudi Arabistan ile İran arasında müzakere ve çözüm ortaklı adımlarının hızlandığını işaret ediyor!

EKONOMİ

  1. Kasım ayı üretici enflasyonu (Yİ-ÜFE) aylık yüzde 9,99 artarken, yıllık yüzde 54,62 oranıyla 2002’den bu yana en yüksek seviyeye ulaştı!
  2. 2021 3. Çeyrek büyümesi yüzde 7,4 olarak gerçekleşti. Bu oran yüzde 21,7 olan ikinci çeyreğe kıyasla Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’nın gerileme sürecine girdiğini gösteriyor!
  3. Bankalardaki mevduatın yüzde 60’ına yaklaşan döviz hesapları yanında gündelik ekonomide kontratlar, siparişler, çekler ya döviz üzerinden ya da döviz endeksli hale dönüşüyor!
  4. Kasım ayında dış ticaret açığı 5,3 milyar dolar oldu. Kurlardaki yükseliş, önümüzdeki aylarda ithalattaki artışı aşağı çekecektir!
  5. Ekonomik Güven Endeksi’nde (EGE) yüzde 2 düşüş gerçekleşti. Tüketici Güven Endeksi ve Hizmetler Sektörü Güven Endeksi’ndeki yaşanan sert düşüşler EGE’yi aşağı çekti!

  1. 2022 bütçesi TBMM’ye geldiğinde 190 milyar 512 milyon dolar iken Genel Kurulda nihai görüşmelerin başladığı 6 Aralık’ta 126 milyar 777 milyon dolara düştü. 2022 Bütçe yasası ve 2022-2024 Orta Vadeli Program, iktidarın AB ilerleme raporları için kullandığı tabirle ‘çöp’ oldu! 1,5 ayda 63 milyar 735 milyon dolar eriyen 2022 bütçesi ülkenin krizdeki ekonomik tablosuna ve milyonlarca yurttaşın taleplerine yanıt vermekten uzak boş bir belgedir!

Türkiye 2022 yılına kâğıt üzerinde var olan ancak gerçekte anlamını ve geçerliliğini yitirmiş bir bütçe yasası ile girecek. Eylül ayında Cumhurbaşkanı (CB) imzasıyla yayınlanan 2022-2024 Orta Vadeli Plan (OVP) ve 15 Ekim’de TBMM’ye sunulan 2022 bütçesi 1,5 ayda iktidarın çok sevdiği ve genelde AB İlerleme Raporları için kullandığı tabirle ‘çöp’ oldu.

TBMM’ye 1 trilyon 747 milyar TL olarak sunulan 2022 bütçesi 15 Ekim’deki 9,17 TL’lik kur üzerinden 190 milyar 512 milyon dolar idi. Bütçe yasasının Meclis Genel Kurulu’nda nihai görüşmelerinin başladığı 6 Aralık itibarıyla 13,78 olan dolar/TL kuru üzerinden karşılığı 126 milyar 777 milyon dolara indi. Büyük ihtimalle görüşmelerin tamamlanacağı 17 Aralık’ta ve Resmî Gazetede yayınlanarak yürürlüğe gireceği yılbaşı öncesinde bu tutarında altına inecektir.

İki ay öncesine kadar gerek OVP gerekse bütçe açıklandığında ortada Çin Modeli diye bir ekonomik model ya da plan yoktu. Şimdi iktidar Çin Modeline geçildiğini ve 6 ay içinde sonuç alınarak her şeyin dengeye oturacağını ilan ederek ekonomide ciddi bir U dönüşü ve makas değişikliği yapmıştır. Böylece 2022 bütçesinin ve 2022-2024 OVP’sinin ‘geçersiz’ olduğu bizzat iktidar tarafından resmi olarak ilan edilmiştir.

Çin’in 70 yılda geldiği noktaya Türkiye ekonomisinin 6 ayda geleceği iddiası her türlü gerçeklik ve inandırıcılıktan yoksun olsa da iktidarın bu yolu ülke ekonomisi ve vatandaşlar üzerinde denemeye karar verdiği görülüyor. Bütçe ve OVP hedefleri, ödenekleri, tamamıyla anlamsız ve geçersiz geldiğine göre o halde yapılması gereken başta asgari ücretliler olmak üzere memur, işçi, emekli, dar ve sabit gelirli on milyonlarca kişi için yürürlüğe konulacak yeni ücret ve maaş zamlarının tümüyle bunların dışında, bütçedeki ödenekler bahane edilmeksizin ve gerekçe gösterilmeksizin belirlenmesidir.

Milyonlarca kişinin maaş-ücret zamları sadece TÜİK’in insafına ve enflasyon hesabına terk edilemez. Bu nedenle CB Erdoğan, asgari ücrette herkesi memnun edeceğini, tüm beklentilerinde ‘fevkinde olacağını’ ilan ettiği zammı hiçbir bahaneye sığınmadan ve enflasyon oranını, bütçe ödeneklerinde 1,5 ayda eriyen kaynak yetersizliğini öne sürmeden açıklamaya mecburdur. Enflasyonun çok üzerinde olacağı vaat edilen maaş zamlarına iktidarın çok övündüğü ‘çift haneli büyüme’ çerçevesinde oluşan refah payı ilavesi zorunludur!

  1. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Osman Kavala hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği tahliye kararını uygulamayan Türkiye için “ihlal prosedürü” başlattı. Türkiye, Azerbaycan'dan sonra bu sürece tabi tutulan ikinci ülke oldu. AKBK karara karşı yanıt ve savunma için Türkiye’ye 19 Ocak’a kadar süre verdi. Bu tarihin belirlenmesinde 17 Ocak’taki Kavala duruşmasının dikkate alındığı ve iktidara hukuk devleti adına bir fırsat sunulduğu anlaşılıyor.

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi (AKBK) Türkiye ile ilgili Osman Kavala dosyası için ‘ihlal prosedürü’ başlatılmasına karar verdi. Avrupa Konseyi kurallarına göre bir ülke aleyhine ihlal prosedürü başlatılabilmesi için 47 üye ülkeden üçte ikisinin oyu gerekiyor. Bu çerçevede 47 üyeli konseyin bakanlar komitesinde Türkiye hakkındaki Kavala dosyası için yapılan oylamada 35 ülke prosedürün başlatılması yönünde oy kullandı. Türkiye’nin yanı sıra karşı oy kullanan ülkeler Azerbaycan ve Macaristan oldu. Rusya, Ukrayna, Gürcistan, Sırbistan, Romanya, Arnavutluk ve Moldova çekimser oy kullanırken Türkiye ile yakın ilişkileri bulunan Polonya ve Bosna-Hersek ise toplantıya katılmadı. Oylamada Türkiye ile karşı oy kullanan ya da çekimser kalarak, toplantıya katılmayarak dolaylı şekilde Türkiye’ye destek veren ülkelerin hemen tamamının AB ve Avrupa Konseyi ile insan hakları ihlalleri ya da hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı konusunda sorun yaşayan ülkeler olması dikkat çekiyor.

AKBK’den yapılan yazılı açıklamada, Bakanlar Komitesi'nin Osman Kavala davası ile ilgili olarak, Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 46. maddesinde yer alan yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) sorma kararı aldığı ve bu kararın Türkiye'ye bildirildiği kaydedildi. Dışişleri Bakanlığı'nın açıklamasında Kavala davasının sürekli olarak gündemde tutulmasının tutarsız bir yaklaşım olduğu öne sürüldü.

AİHS'in 46. maddesi, Avrupa Konseyi'ne üye ülkelerin AİHM kararlarını uygulamalarını zorunlu kılıyor. Aynı maddenin dördüncü fıkrası, Avrupa Konseyi'nin karar organı olan Bakanlar Komitesi'ne kesinleşmiş mahkeme kararını uygulamayan ülkenin yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğini AİHM'e sorma yetkisi veriyor. AİHM'in üye ülkenin yükümlülüğünü yerine getirmediğini iletmesi durumunda Bakanlar Komitesi, söz konusu üye ülkeye uygulanacak tedbirleri kararlaştırmak için yeniden bir araya gelerek yürürlüğe konulacak tedbirleri kararlaştırıp muhatap ülkeye tebliğ ediyor.

Hatırlanacağı gibi AİHM, 2019 yılı aralık ayında dosya üzerinden yaptığı yargılama sonunda Osman Kavala'nın tutuklanması ve tutuklu olarak yargılanmasına devam edilmesinin tümüyle siyasi bir tutum olduğu, dava dosyasında hiçbir somut suç delilinin bulunmadığı sonucuna vararak söz konusu davanın diğer insan hakları savunucularının cesaretini kırmak amaçlı olduğunun tespit edildiğini duyurmuştu. AİHM bu doğrultuda Türkiye’den Kavala'nın bir an önce serbest kalması için gerekli önlemleri alması çağrısında bulundu. AKBK açıklamasında AİHM kararının Mayıs 2020’de kesinleştiğine dikkat çekilerek, bu noktadan sonra konunun AKBK’nın gündemine geldiği vurgulandı. AKBK’nın Türkiye'nin Kavala davasında gerekli adımları atması için daha önce 8 kez karar aldığı ancak Türk hükümetinin her defasında AİHM kararını uygulamayı reddettiği kaydedildi. Bakanlar Komitesi'nin Türkiye ile ilgili ihlal prosedürü kapsamında AİHM'e yapacağı başvuruyu 2 Şubat 2022'deki toplantısında gerçekleştireceği belirtilen açıklamada, Türkiye'nin bu süreçle ilgili görüşünü ve savunmasını en geç 19 Ocak'a kadar iletmesinin istendiği bildirildi.

AKBK belirlediği bu takvimle Kavala davasında bir sonraki duruşmasının 17 Ocak'ta olacağını dikkate alarak prosedür sonucunda olası yaptırımlardan kurtulmak için iktidara ve Türkiye’ye son bir imkân daha hazırladı. Şayet mahkeme 17 Ocak'taki duruşmada tahliye kararı vererek Kavala hakkındaki davaları düşürürse ihlal prosedürünün ikinci aşamasının uygulanmasına gerek kalmayacak. Bu gerçekleşmediği takdirde AKBK, Türkiye'nin 19 Ocak’ta ileteceği savunmayla birlikte gerekçeli kararını oluşturacak ve yine bir oylama yaparak üçte iki çoğunluğu bulması durumunda AİHM'e Türkiye hakkında resmi bildirimde bulunarak 2 Şubat’ta ihlal sürecini başlatacak.

Kavala duruşmasından sonuç çıkmaz ve ihlal prosedürü başlatılırsa Türkiye’ye karşı bazı yaptırımların devreye girmesi söz konusu olacak. Her şeyden önce Türkiye’nin kurucuları arasında yer aldığı Avrupa Konseyi’nde ihlal sürecine sokulması hukuk devleti, yargı bağımsızlığı ve adaletin hayata geçirilmesi konusunda çok ciddi bir uluslararası itibar kaybı!

AKBK, AİHM'den “Yükümlülük yerine getirilmemiştir” şeklinde bir bildirim alması halinde Türkiye’ye uygulayacağı yaptırımları ve önlemleri görüşmeye başlayacak. Alınabilecek olası tedbirler arasında Türkiye’nin Avrupa Konseyi’ndeki oy hakkının veya üyeliğinin askıya alınması veya üyelikten çıkarılması gibi adımlar bulunuyor. Türkiye, aynı zamanda, insan hakları ihlalleri nedeniyle Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi'nin siyasi denetimine de alınmış bulunuyor. AKBK ayrıca Selahattin Demirtaş hakkındaki AİHM kararının uygulanması ve tahliye edilmesi için de bir kez daha Türkiye’ye uyarıda bulunulması ve önümüzdeki toplantılarda bu dava için de ihlal prosedürü başlatılmasının gündeme alınmasını kararlaştırdı.

Gerek Avrupa Konseyi'nin kurucu üyesi olan gerekse AB tam üyeliğine adaylık konumunda bulunan Türkiye açısından üyeliğin askıya alınması ve konsey üyeliğinden çıkarılma, sadece siyasi ve hukuki itibar hasarına değil, uluslararası alanda ortaya çıkacak negatif algı nedeniyle ciddi ekonomik hasarları da beraberinde getirecektir!

  1. Rusya-Ukrayna geriliminde Erdoğan-Putin görüşmesinden sonuç alınamadı. Rusya, Kırım ve Ukrayna’ya SİHA satışı nedeniyle Türkiye’yi taraf görüyor ve arabuluculuğa güvenmiyor. Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliğine destek verilmesi, Rusya’yı Türkiye karşısında güvensizliğe yöneltiyor. Rusya karşı hamle olarak PYD-YPG’yi Moskova’da resmi davetle ağırladı. Mısır donanmasını Karadeniz’de ortak tatbikata davet etti.

Letonya’nın başkenti Riga’da gerçekleşen NATO Dışişleri Bakanları Zirvesinde ana gündem maddesi Rusya-Ukrayna gerilimi ve NATO’nun olası bir sıcak çatışmada nasıl tutum takınacağı idi. Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliği gündemdeki önemini korurken, Rusya böyle bir hamleye karşı atacağı adımları göstermek üzere 150 bin kişilik bir askeri kuvvetle Ukrayna sınır bölgesi ve Kırım’da 30 ayrı noktada askeri tatbikat başlattı.

Rusya Dışişleri ve Savunma Bakanları daha önce farklı zamanlarda yaptıkları açıklamalarla Türkiye’nin Ukrayna’ya SİHA satışına tepki göstermiş, bunun Minsk anlaşmasına Türkiye-Rusya ikili ilişkilerine tehdit olduğunu öne sürmüşlerdi. Son iki haftadan bu yana Rusya-Ukrayna arasında gerilim iyice tırmandı. ABD yönetimi Rusya’yı Ukrayna’yı işgale hazırlanmakla suçlarken, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski Rusya’nın Ukrayna’da bir darbe planladığını, bununla ilgili ses kayıtlarının ele geçirildiğini açıkladı. Rusya her iki iddiayı da reddetti. Rusya’nın gerek Kırım konusunda gerekse Donbas ve Luhansk’taki gerilimde Ukrayna’dan yana tavır alan Türkiye’ye yönelik tavrı ve söylemi giderek değişirken özellikle SİHA satışları ve bu SİHA’ların Donbas ve Luhansk’ta Rusya yanlısı ayrılıkçı güçlere karşı kullanılması Rusya’nın tavrını sertleştirmesine neden oldu. Türkiye’nin Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliğine tam destek vermesi de Rusya’yı Türkiye’ye karşı tavrını değiştirmeye ve karşı hamlelerde bulunmaya zorlayan bir diğer etken. İktidar bir yandan Ukrayna ile siyasi-askeri-ekonomik ilişkileri geliştirmeye yönelirken diğer yandan da Rusya ile gerginliği tırmandırmamak için ABD ve AB’nin Rusya’ya dönük yaptırımlarına karşı çıkıyor. Türkiye, Rusya’nın Ukrayna’yı bypass eden doğal gaz boru hattı projelerine destek veriyor. Son dönemde Rusya’dan gelen sert eleştiriler ve açıklamalar üzerine iktidar, tavrında ve politikasında bazı değişikliklere gitmeye, Rusya ile gerilimi tırmandırmamaya yönelmiş görünüyor.

Rusya’dan gelen resmî açıklamalar CB Erdoğan’ın arabuluculuk yerine Ukrayna devlet başkanı Zelenski üzerine baskı kurmasını ve Minsk anlaşmasının uygulanmasını gündeme getirmesini içeriyor. Nitekim 3 Aralık’ta Putin ile CB Erdoğan arasında gerçekleşen telefon görüşmesinden sonra Cumhurbaşkanlığı açıklamasında bölgesel sorunların ve ikili ilişkilerin ele alındığı ifade edilirken Kremlin açıklamasında oldukça farklı ve SİHA’ları da içeren ifadelere yer verildi.

Kremlin’in resmî açıklamasında; CB Erdoğan’ın arabuluculuk önerisinin kabul görmediği ve Putin’in gerilimden Ukrayna’yı ve Ukrayna’ya SİHA satışlarıyla destek veren Türkiye’yi sorumlu tuttuğu, bunu Cumhurbaşkanına da söylediği anlaşılıyor. Rusya, Ukrayna ile sınır bölgeleri Donbas, Donetsk, Luhansk’taki gelişmelerde taraf olmadığını buralardaki gerilim ve çatışmaların Ukrayna’nın iç sorunu olduğunu öne sürüyor. Bu bölgelerde yaşayan nüfusun ağırlıkla Rus olması ve Rusya’ya katılmak istemeleri nedeniyle Ukrayna ile bu bölgeler arasında ‘arabuluculuk’ yapabileceğini söylüyor.

Putin, CB Erdoğan’dan Kiev yönetimini Donetsk-Donbas-Luhansk sorununu silahla çözme konusunda cesaretlendirecek adımlardan vazgeçmesini, SİHA satışı yapmamasını istiyor. Putin’in bu beklentisinin iktidarda karşılık bulmadığı gözleniyor. Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliğine verilen destek, Rusya’nın Türkiye rahatsızlığını artırmış görünüyor.

Putin, kendi kırmızı çizgilerini göstermek için Ukrayna-Rusya sınır bölgesindeki Donbas, Luhansk, Donetsk ve Kırım’ı kapsayan askeri tatbikatla buralara asker yığdı. Bu hamlenin anlamı, şayet Kiev yönetimi askeri müdahaleyle buraları Rusya yanlısı ayrılıkçılardan geri alma operasyonuna girişirse veya NATO Ukrayna’yı üyeliğe alırsa Rus ordusu bu bölgelere girerek doğrudan kontrolü altına alabilir.

Ardından Rusya Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyetlerini tanıyabilir. Sonrasında ise 2014’te Kırım’da yaptığı gibi buralarda da referandum düzenleyip Rusya’ya ilhak kararı çıkartabilir. Böyle bir durumda Rusya ile NATO ve Ukrayna arasındaki sınır otomatik şekilde Donbas-Luhansk-Donetsk hattına çekilmiş olacak ve Rusya Polonya-Romanya-Çekya-Slovakya gibi Doğu Avrupa ülkelerini NATO’ya alarak kendisini kuşatmak isteyen NATO ve ABD’ye karşı sınır hattını güvenceye alarak yeni bir tampon bölge oluşturma imkânına kavuşacak.

Buna karşılık ABD’nin önde gelen gazetelerine sızdırılan Amerikan İstihbarat Raporlarında Rusya’nın 2022’nin ilk aylarında Ukrayna’yı işgale hazırlandığı yönünde görüşlere yer verildiği belirtiliyor. ABD Başkanı Biden, Rusya'nın Ukrayna'yı işgal edebileceğine dair iddialar üzerine yaptığı açıklamada, Putin’in ‘kırmızı çizgilerini kabul etmeyeceklerini’ söyledi. Putin ve Biden arasında gerilimi azaltma amaçlı video konferans zirvesinin 7 Aralık’ta (bugün) gerçekleşmesi bekleniyor.

Rusya Savunma Bakanlığı’nın Mısır ordusu ile ilişkileri ilerletme kararı alarak Mısır donanmasını Karadeniz’e davet etmesi ve Mısır savaş gemilerinin boğazlardan geçip Karadeniz’e çıkarak Rus donanmasıyla ortak askeri tatbikat gerçekleştirmesi, Rus limanlarını ziyaret etmesi Türkiye’ye mesaj olarak görülmelidir. Gerginliğin Ukrayna-Rusya savaşına dönüşmesi Karadeniz’i bir anda ülkemizi de içine alacak bir savaş alanına çevirebilir!

  1. Doğu Akdeniz’de Türkiye ve KKTC’nin daha önce hak iddia ettiği Münhasır Ekonomik Bölge’de (MEB) Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) tarafından ABD’li ExxonMobil ile Katar Devlet Petrolleri (QP) konsorsiyumuna arama ruhsatı verilmesi ve sondaj çalışmalarına başlanması tansiyonu yükseltti. İktidarın sadece Dışişleri açıklamasıyla yetinmesi Katar’a resmi ziyarette bulunan CB Erdoğan’ın bu konuda suskun kalması dikkat çekici!

Doğu Akdeniz’deki enerji sahalarıyla ilgili 2019’da yaşanan gerginlikler ardından AB yaptırım kararlarıyla karşı karşıya kalan Türkiye bölgedeki sondaj ve sismik araştırma gemilerini uzun süredir limanlara çekerken, GKRY tarafından verilen ruhsatla ABD ve Katar şirketlerinin doğalgaz aramalarına başlaması tansiyonu tekrar yükseltti. GKRY, Doğu Akdeniz'de ilan ettiği 5’inci parseli kapsayan MEB’de sismik araştırma ve sondaj ruhsatı verdiği ExxonMobil-Katar Devlet Petrolleri Ortaklığı’nın (Quatar Petroleum-QP) ruhsat bölgesinin kendi egemenlik alanı olduğunu ilan etti. GKRY 5’inci parsele bitişik 10’uncu parselde ise Fransız Total ile İtalyan ENI konsorsiyumuna ruhsat verdi.

Dışişleri Bakanlığı yaptığı açıklamayla; GKRY’nin uluslararası hukuka aykırı tutum içinde olduğunu, ruhsat verilen bölgenin bir kısmının Türkiye karasularında yer aldığını belirterek buna izin verilmeyeceğini, duyurdu.

GKRY Dışişleri Bakanlığı; Türkiye’nin bu açıklamasına karşı söz konusu bölgenin kendi egemenlik alanı olduğunu ve hiçbir ülkenin hak iddia etmesine izin verilmeyeceğini duyurdu. Açıklamada; “Türkiye temelsiz iddialarla ve Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kendi kıta sahanlığındaki egemenlik haklarına tam destek veren uluslararası toplumun tutumunu görmezden gelerek bir kez daha kasıtlı olarak uluslararası hukuka aykırı hareket etmiştir. Kıbrıs Cumhuriyeti hidrokarbon alanındaki faaliyetlerine uluslararası hukuk ve Avrupa hukuku çerçevesinde son derece kararlı bir şekilde devam edecektir” ifadelerine yer verildi. GKRY’nin uluslararası hukukun yanı sıra ‘Avrupa Hukuku’ vurgusu yapması bir anlamda AB’yi harekete geçirme ve Türkiye’ye karşı yeni yaptırım tehditlerini gündeme alma çağrısı olarak görülmelidir.

AB Dışişleri Bakanlarının kasım ayı toplantısında Doğu Akdeniz’deki gerilimler nedeniyle Türkiye’ye karşı 2019 yılında alınan yaptırımların süresi 2022 Kasım’ına kadar uzatıldı. O dönemde yaşanan gerginliklerde Fransa ve Yunanistan, GKRY’ye destek vererek Türkiye yaptırımlarını AB gündemine taşımışlardı. GKRY ve Yunanistan, Mısır ile Doğu Akdeniz’deki deniz sınırları ve MEB alanları konusunda çok önceden yaptıkları anlaşmaları parlamentolarından geçirerek yürürlüğe koydular. İsrail, Lübnan, Ürdün, Filistin ile de Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon alanlarına ilişkin paylaşım ve deniz sınırı mutabakatları yapıldı ve Doğu Akdeniz Enerji Forumu (EASTMED) oluşturuldu. Türkiye’yi dışlayan ve tecrit eden bu oluşumlarda ABD ve Fransa da yer aldı.

Kanımca GKRY 2019’dan bu yana bölgede yaşanan süreçler ve arkasına aldığı ABD, Fransa, İtalya, Mısır ve AB’yi güvence olarak görerek bölgedeki ruhsatlandırmalarda daha pervasız bir tutuma yöneldi. GKRY Medyası, ExxonMobile-QP ortaklığına verilen ruhsatın ‘ihalesiz’ olarak verildiği, ortaklıkta ABD’li şirketin payının yüzde 60 olmasıyla da ABD’nin destek ve güvencesinin alındığını yazıyor. Katar-ABD şirketleri ortaklığına verilen ruhsatla başlayan arama çalışmalarında, sadece Dışişleri açıklamasıyla yetinilmesi, bölgedeki hak ve çıkarların korunması açısından iktidarın tavrında ciddi bir değişimi işaret ediyor. Bu tavır ve politika değişikliği enerji sahasında ve kıta sahanlığı ile deniz sınırlarımızda ülke çıkarlarının savunulması yönünden endişe verici!

Katar Emiri’nin petrol şirketinin bu konsorsiyum içinde yer alarak GKRY ile iş birliği içinde olması, Türkiye’nin egemenlik sularında ve kıta sahanlığında GKRY ruhsatıyla iş yapması üzerinde hassasiyetle durulmalıdır. CB Erdoğan’ın Katar’a gerçekleştirdiği resmi ziyarette suskun kalması, iktidarın Katar-ABD karşısındaki zafiyetini sergilemiştir. İktidar, Katar’ın bu ortaklıktan ve hukuki açıdan sorunlu bir bölgede GKRY ruhsatıyla sondaj ve doğalgaz arama çalışmalarından çekilmesi yönünde, girişimde bulunmalı ve Katar Emiri ortaklıktan çekilerek Türkiye ile dostluk-kardeşlik iddiasını kanıtlamalıdır!

  1. ABD Başkanı Joe Biden’ın 9 Aralık’taki Demokrasi Zirvesi’ne davetli ülkeler ve liderler listesi netleşirken, bu girişimin gerçek niyetiyle ilgili sorular çoğalıyor. Belirlenen kriterler öne sürülerek Türkiye, Macaristan, Rusya gibi ülkelerin çağrılmamasına karşılık, Irak’ın davet edilmesi, Solomon Adaları ve birçoğunda darbeyle başa gelmiş yönetimlerin olduğu çok sayıda Afrika ülkesinin zirvede olması ‘ABD paralel BM oluşturuyor’ yorumlarına yol açıyor!

ABD Başkanı Joe Biden’ın göreve başladıktan sonra gerçekleştireceğini vaat ettiği Demokrasi Zirvesi 9-10 Aralık’ta Washington’da video konferans yöntemiyle davetli liderlerin katılacağı oturumlarla gerçekleştirilecek. Hazırlanan davetli ülkeler listesinden yansıyan ilk bilgiler; bazı ülkelerin ‘otokrat’ yönetimler olarak nitelendirildiği ve belirlenen demokratik kriterlere uymadığı için zirveye çağrılmadığı yönünde, yorumlandı. Ancak davetli ülkeler ve liderler listesi açıklandığında söz konusu kriterlerin geliştirilmesi arayışından çok ABD’nin kendi etrafında küresel siyasi-ekonomik-askeri stratejilerine uygun bir yeni yapılanma oluşturmayı hedeflediğini gösteriyor. Uluslararası medyada yer alan yorumlarda 106 ülkenin ve liderlerinin yer aldığı davetli listesi ABD’nin ‘PARALEL BM KURMA PROJESİ’ şeklinde değerlendirildi. ABD yönetiminin resmi davetiye göndererek ‘demokratik ülke’ onayı verdiği listede Irak’ın yer alması ve Türkiye’nin dışlanması ilan edilen kriterlerin rahatlıkla eğilip-bükülebildiğini ortaya koyuyor. ABD, zirve için belirlenen kriter ve hedefleri; ‘Otokratlık ve despotluğa karşı durmak, yolsuzlukla mücadele etmek ve temel hak ve özgürlüklerle insan haklarını desteklemek’ olarak açıklamıştı.

ABD işgali sonrası yıllardır siyasi ve askerî açıdan istikrarsızlaşan Irak’ın belirlenen üç kriterden hangisine uyduğu için ‘demokratik ülke’ olarak davet edildiğini merak ediyorum. Kanımca bu zirve tamamıyla Biden yönetiminin organize ettiği uluslararası bir halkla ilişkiler ve algı yaratma projesi. Başkan Biden demokrasi zirvesini gündeme getirirken aynı zamanda NATO’nun da sadece askeri değil, demokrasileri terörizm ve otokrasi saldırısından korumak için organize olmuş bir ‘Demokrasi İttifakı’ olarak nitelendirmişti. Oysa 106 ülkelik davetli listesinde ABD’nin NATO’daki müttefiki Türkiye ve hem NATO hem de AB üyesi Macaristan ‘demokratik değiller’ diye dışlanırken son seçimde Hizbullah’ın birinci çıktığı Irak demokratik ve davetli. Aynı şekilde seçimle geldiği halde seçimle gitmemek için direnen Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte ‘demokrat ve davetli’ listesinde. Çin’i ‘tek parti devleti ve kapalı rejim’ diye nitelendirerek zirve dışında tutan Biden, buna karşılık Solomon Adaları ve çoğu darbeyle işbaşına gelmiş ve diktatörleşmiş 20 Afrika ülkesinin liderini ‘demokrat-demokratik ülke’ listesine dahil ederek demokrasi zirvesine davet etti.

Küresel bir demokrasi ittifakı olarak pazarlanan bu adım davet edilen ülkeler ve liderlerin seçimindeki tercihlerle, soğuk savaş dönemindekine benzer bir küresel kamplaşmaya zemin hazırlamak üzere ABD uydusu ülkeler grubu kurma temeli üzerine kurgulanmış görünüyor. Bu açıdan bakıldığında demokrasileri savunmak söyleminde samimi olunmadığı, perde gerisine gizlenen gerçek amacın ABD çıkarlarının ve küresel liderliğinin kabul ettirilmesi olduğu anlaşılıyor.

  1. Suriye ve BAE’den aynı anda Tahran’a gerçekleştirilen ziyaretler gerek Suriye’de siyasi çözüm gerekse BAE-Suudi Arabistan ile İran arasında müzakere ve çözüm ortaklı adımlarının hızlandığını işaret ediyor. Suriye Dışişleri Bakanı Faysal Mikdat ve daha önce de Ankara’yı ziyaret eden BAE Ulusal Güvenlik Danışmanı Şeyh Tahnun bin Zayed al Nahyan'ın eş zamanlı İran ziyareti oldukça dikkat çekici!

Geçtiğimiz ay Şam’ı ziyaret ederek Esad ile görüşen Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri Bakanı’nın ardından BAE Veliaht Prensi de Ankara’ya gelerek CB Erdoğan ile görüştü. 10 milyar dolarlık yatırım vaadinde bulundu. Bu ziyaretten önce BAE Ulusal Güvenlik Danışmanı Şeyh Tahnun bin Zayed al Nahyan Ankara’ya gelerek CB Erdoğan tarafından kabul edilmiş ardından iki ülke arasındaki normalleşme süreci hızlanmıştı. CB Erdoğan, şubat ayında BAE’yi ziyaret edeceğini açıkladı.

Suriye’de siyasi çözüm için Arap ülkelerinin öncülüğünü üstlenerek inisiyatif alan ve Ürdün Mutabakatı ile Şam yönetiminin Arap Birliği’ne dönmesine zemin hazırlayan BAE, diğer taraftan da İran’ın bölgedeki etkinliğini geriletmek, Şii-Sünni anlaşmazlığını çözmek, BAE-Suudi Arabistan ve İran arasındaki gerilimi müzakereler yoluyla sonlandırmak istiyor.

ABD’nin İran’a yönelik nükleer anlaşmayla ilgili yaptırımlar konusunda müzakere sürecini başlatmasının ardından Viyana’daki görüşmelerde tıkanıklıklar yaşanıyordu. İsrail, İran’ın nükleer gücünün, zenginleştirilmiş uranyum üretiminin denetim dışı kalması ihtimaline karşı orduyu teyakkuza geçirerek gerekirse İran nükleer tesislerine saldıracağını ilan etmişti. Bölgede ABD-İngiltere-İsrail ve Suudi Arabistan adına da hareket ettiği bilinen BAE’nin tam bu aşamada devreye girmesi önemli bir hamle ve bölgedeki tansiyonu düşürebilecek bir adım.

Suriye’de Rusya ile etkin rol üstlenen İran, aynı zamanda ABD yaptırımlarının kalkmasını ve ekonomik sıkıntıları aşmak istiyor. Dolayısıyla Tahran’daki Suriye-BAE eş zamanlı ziyaretleri yakın dönemde Suriye’de, Ortadoğu’da ve Körfez Bölgesinde yeni gelişmelerin habercisi olarak görülebilir!

  1. Kasım ayı üretici enflasyonu (Yİ-ÜFE) aylık yüzde 9,99 artarken, yıllık yüzde 54,62 oranıyla 2002’den bu yana en yüksek seviyeye ulaştı. Buna karşılık tüketici enflasyonunun (TÜFE) yıllık yüzde 21,31 olarak açıklanması her zamanki gibi hesaplamanın gerçekliği, güvenilirliği tartışmalarını tetikledi. Türkiye, enflasyonda Avrupa birincisi olurken, dünyada 11’inci sıraya yükseldi!

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıkladığı kasım ayı enflasyon rakamlarının ekonomik gerçeklerle örtüşmemesi, üretici-tüketici enflasyonu arasındaki farkın yükselmesi kuşkuları ve tartışmaları büyüttü. Kasımda TÜFE aylık yüzde 3,51, yıllık yüzde 21,31 oldu. TÜFE rakamı 2018’den bu yana geçen üç yılın en yüksek düzeyine ulaşırken, Yİ-ÜFE’deki yüzde 54,62’lik yıllık oran ise 2002’den bu yana 19 yılın en yüksek rakamı. Diğer yandan CB Erdoğan’ın faiz-enflasyon tezi, ekonomi kuramıyla örtüşmediği gibi TÜİK ve Merkez Bankası’nın (MB) resmi rakamlarıyla da tekzip edildi. Türkiye, enflasyon verileriyle Avrupa’da ilk sırada yer alırken, dünyada 11’inci sıraya yükseldi. Dünyadaki en yüksek enflasyon yüzde 1575 ile Venezuela’da. Bu ülkeyi sırasıyla yüzde 366 ile Sudan, yüzde 174 ile Lübnan, yüzde 139 ile Suriye, yüzde 69,5 ile Surinam, yüzde 58,4 ile Zimbabve, yüzde 52,1 ile Arjantin, yüzde 39,2 ile İran yüzde 34,2 ile Etiyopya, yüzde 26,87 ile Angola ve yüzde 21,31 ile Türkiye izliyor. Bu sıralamaya bakıldığında ‘en kırılgan ekonomiler’ olarak tanımlanan Arjantin ve Türkiye dışında gelişmekte olan ülke yok. Türkiye’nin ilk 11’de olması iktidarın ‘faiz sebep, enflasyon sonuç’ tezinin asılsızlığını ortaya koyuyor. Eylül ayından bu yana politika faizini 4 puan düşürerek yüzde 19’dan 15’e düşüren kararlara karşılık enflasyon yüzde 19,58’den yüzde 21,31’e yükseldi! Yİ-ÜFE’deki aylık artışın yüzde 9,99 olmasına karşılık TÜFE’deki aylık artışın bunun üçte biri düzeyinde olması çok dikkat çeken bir durum. Yİ-ÜFE/TÜFE farkının 33,31 puana çıkması iki şekilde izah edilebilir; ya üreticiler her türlü maliyet ve girdi artışına rağmen zararına satış yapmaya devam ediyor ya da üreticiler fiyat artırdığı halde bu TÜFE’ye yansıtılmayarak rakamlarla oynanıyor ve düşük enflasyon için hesaplamalar yanlış şekilde değiştiriliyor.

Örneğin otomobil fiyatlarında gerek sıfır gerekse ikinci el araçlarda olağanüstü artışlar olmasına karşılık bunun düşük tutulması, sektör temsilcileri tarafından bile ‘en düşük fiyatlı sıfır otomobiller TÜİK’te’ değerlendirmeleriyle kurumun alaya alınmasına neden oldu. Tütün mamulleri ve alkollü içeceklerde zamlara rağmen enflasyon artışının “0” olarak yer alması bir başka şüphe uyandıran veri. Gıdada olağanüstü yükselen fiyatlara rağmen yıllık enflasyon ekim ayında yüzde 27,4 iken kasımda yüzde 27,1’e düşmüş olması piyasa verileriyle hiçbir şekilde örtüşmeyen bir hesaplama. Kiralardaki olağanüstü artışlara rağmen endekste kiralardaki enflasyon artışının yüzde 11,68 oranıyla yıllık TÜFE’nin yarısı düzeyinde hesaplara yansıtılması bir başka hesap çelişkisi. Yİ-ÜFE’deki yükselişte döviz kurundaki artış ve enerji fiyatlarındaki yükselişin maliyetlere yansımasının belirleyici olduğu görülüyor. Kasımda aylık yüzde 13,33 yükselen enerji fiyatları yıllık bazda yüzde 90,3 arttı. Enerji fiyatlarındaki hızlı artışın devam etmesi ve sanayide-elektrik santrallarında kullanılan doğalgaza yüzde 20 daha zam gelmiş olmasının üretim maliyetlerini artırdığı ve bunun satış fiyatlarına yansıyacağı apaçık. Buna rağmen olağanüstü maliyetler karşısında TÜFE’ye yansımanın neredeyse hiç olmamasının ekonomik izahı yok.

MB’nin iki ay önce TÜFE yerine dikkate alacağını ilan edip sonrasında vazgeçtiği çekirdek enflasyonla politika faizi arasındaki fark 2,6 puan oldu. TL mevduatlarının ve TL yatırım araçlarının enflasyon karşısındaki getirisi negatif seviyeye indi. Döviz başta olmak üzere TL dışındaki yatırım araçlarına yönelişin ve TL’deki değer kaybının daha da hızlanması kaçınılmazdır!

  1. 2021 3. Çeyrek büyümesi yüzde 7,4 olarak açıklandı. Bu oran yüzde 21,7 olan ikinci çeyreğe kıyasla üçte bir düzeyine inen Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’nın (GSYİH) gerileme sürecine girdiğini gösteriyor. Tarım, inşaat, bankacılık sektörlerindeki eksi büyüme ve yatırımların eksiye dönüşmesi tehlike işaretleri veriyor. Büyümenin sürdürülebilmesi için ücret ve maaşlarda enflasyonun çok üzerinde artış yapılması zorunludur. Aksi halde 2022, küçülen ekonomi ve eksi büyüme dönemi olacaktır!

2021’in 2. Çeyreğinde geçen yılın aynı döneminde COVID19 salgının ağır koşullarından dolayı eksi yüzde 10’u aşan küçülmenin baz etkisiyle yüzde 21,7 olan büyüme hızı, 3. Çeyrekte önemli ölçüde ivme kaybederek bir önceki çeyreğin üçte biri seviyesine indi. Buna rağmen 2021’in çift haneli bir büyümeyle kapanması yönündeki beklentiler yüksek. Açıklanan rakamlarla bu yılın üç çeyrekteki büyüme hızlarının ortalaması yüzde 11’i aşıyor. Yılın son çeyreğinde daha düşük bir büyüme gerçekleşse bile yıllık büyümenin yüzde 10 düzeyinde olacağı anlaşılıyor. Üçüncü çeyrek büyümesine en büyük katkının dış ticarette ihracat artışının yanı sıra, temmuzda normalleşmeye geçişle birlikte işyerlerinin, lokanta-turizm tesislerinin açılmasına bağlı şekilde hizmetler sektöründeki olumlu gelişmelerden ve özel tüketim harcamalarındaki artıştan geldiği görülüyor.

Dolayısıyla tarımda, yatırımlarda, banka-finans ve inşaatta eksi büyüme gerçekleşmesi, sanayi üretiminde ise aynı seviyede kalınmış olması büyümenin yavaşladığını giderek gerileme ve duraklama sürecine gireceğini gösteriyor.

Üçüncü çeyrekteki yüzde 7,4’lük büyümenin geniş kesimlerin refahına, gelir dağılımına olumlu bir etkisinin olmadığı gözlenirken, bu tablonun son çeyrekte kötüleşmesi yüksek ihtimal. TÜİK rakamlarına bakıldığında Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) büyümesinden çalışan-ücretli-sabit ve dar gelirli geniş kesimlerin aldığı payın ciddi şekilde gerilediği anlaşılıyor. Geçtiğimiz yıl GSYİH içinde işgücü ödemelerinin payı yüzde 29’a inmişti. Bu yılın ilk çeyreğinde bu oran yüzde 35,5’a yükselirken açıklanan üçüncü çeyrek verilerinde 5,7 puanlık düşüşle yüzde 29,8’e geriledi. Bu oranlar gelir dağılımındaki adaletsizliğin ve kitlesel yoksullaşmanın arttığını ortaya koyuyor.

Açıklanan 3. Çeyrek verilerine göre GSYİH TL bazında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 35,5 artarak 1 trilyon 915 milyar 467 milyon lira oldu. GSYİH dolar bazında ise 225 milyar 497 milyon dolar oldu. Böylece bu yılın üç çeyreği sonunda Türkiye ekonomisinin büyüklüğü TL bazında 6 trilyon 418 milyar 679 milyon lira, dolar bazında 795 milyar 167 milyon dolar olurken, kişi başına düşen milli gelir 9.509 dolara yükseldi.

Tarımda büyük çöküşün en temel göstergesi üçüncü çeyrekte tarım sektöründe üretim düşüşüne paralel olarak yaşanan sert gerileme. Tarımda eksi yüzde 5,9 daralma yaşanırken, özellikle gıda enflasyonunda gıda fiyatlarındaki yükselişin ardında bu üretim düşüşü ve tarımdaki küçülme yatıyor.

Sanayide 2020 üçüncü çeyreğinde yüzde 8,1 olan büyüme bu yıl aynı döneminde yüzde 10 oldu. İkinci çeyrekle kıyaslandığında sanayideki büyüme ivme kaybederken gerilemeye geçişin işaretlerini veriyor. Kurlardaki olağanüstü yükseliş ithal ara malı, hammadde, makine-teçhizat maliyetleriyle birlikte sanayideki üretimin sürdürülebilmesi önünde en büyük sorun. İktidarın ihracat odaklı yeni modeli ile ihracat son çeyrekte de güçlü bir artış elde ederse buradan sanayi üretimine son çeyrekte pozitif bir katkı gelebilir.

Konut-inşaat sektörü eksi yüzde 6,7 küçüldü. Türk Müteahhitler Birliği’nin (TMB) devletten alacaklarını tahsil edemeyen müteahhitlerin ciddi sıkıntı yaşadığını, fiyat farkı kararı çıkarılmazsa sektörde büyük iflaslar yaşanacağı uyarısında bulunması konut-inşaat sektöründe alarm sinyali olarak görülmeli. Banka-finans sektörü üçüncü çeyrekte eksi yüzde 19,9 daralma gösterdi. Büyümeye 5,4 puanla en yüksek katkılardan birisini sağlayan özel tüketim harcamaları üçüncü çeyrekte yüzde 9,1 büyüme gösterdi. Kanımca TL’deki hızlı değer kaybı ve kur artışlarıyla yükselen fiyatlar, artan enflasyon ve alım gücünün düşmesi, son çeyrekte bu tabloyu tersine çevirecektir.

Gayrisafi sabit sermaye büyümesinde yatırımlarda da yılın üçüncü çeyreğinde eksi yüzde 2,4 düşüş yaşandı. Yatırımlarda eksi büyümeye en büyük etki inşaat sektöründeki küçülmeden kaynaklanırken, önümüzdeki süreçte diğer sektörlerde de yatırımların düşmesi hatta durması sürpriz olmaz. İhracatın yüzde 25,6 arttığı üçüncü çeyrekte ithalat yüzde 8,3 daraldı. Dış ticaretin büyümeye net katkısı 6,8 puanla en yüksek düzeye ulaştı. Büyümeye dış ticaretten ve özellikle ihracattan gelen desteğin son çeyrekte de devam etmesi büyük olasılık. İhracattaki artışın, ithalattaki gerilemenin devam etmesi halinde buradan büyümeye gelen katkı da sürecektir. İktidarın ihracat artışı ve cari fazla odaklı yeni ekonomik modeli yürürlüğe koyduğunu ilan etmesinin yanı sıra faiz indirimlerini zorlayarak bankaları kredi aktarmaları için baskı altına alması bekleniyor. Kurlardaki yükselişin ithalatı aşağı çekmesi, ihracata dönük üretimi de düşürecek ve ihracattaki artış ivmesi yavaşlayacaktır.

Bu durumda büyümeye net destek sağlayacak alan kalmayınca büyüme duraklamaya ve düşüşe geçecektir. Tarımdan inşaata, yatırımlara kadar baş gösteren gerileme ve küçülme iç talebin ve tüketim harcamalarının da kesilmesiyle 2022 başından itibaren Türkiye ekonomisi eksi büyüme sürecine sürüklenecektir!

  1. Bankalardaki mevduatın yüzde 60’ına yaklaşan döviz hesapları yanında gündelik ekonomide kontratlar, siparişler, çekler ya döviz üzerinden ya da döviz endeksli hale dönüşüyor. İş dünyası temsilcileri; günlük ticari işlemlerin döviz üzerinden yapılması yönündeki anlayışın yaygınlaştığını ve önlerini göremez hale geldiklerinden yakınıyor!

CB Erdoğan’ın kısa sürede kurların ve fiyatların dengeye oturacağını öne sürmesine karşılık iş dünyasından gelen tepkiler ve açıklamalar tam tersi yönde. Bankalardaki döviz mevduatlarının toplam mevduat içindeki payının yüzde 60 düzeyine ulaşması yanında ekonominin ve ticaretin gündelik çarklarının artık döviz üzerinden veya dövize endeksli şekilde döndüğü, sözleşmelerde, alım-satımlarda, çek ve senetlerde hızla dövize geçildiği kaydediliyor. İş dünyası TL ile alım-satım ya da kontrat yapamamaktan yakınıyor. TL ile işlemlerde vadeler birçok sektörde sıfırlanıp tamamen peşine dönmüşken, vadeli işlemler kısa süreli ve döviz üzerinden yapılıyor. Özellikle ticari yaşamın ayrılmaz parçası olan vadeli satış, çek ve senetle ödeme olanakları ortadan kalkarken kimse sattığı malı ertesi gün aynı fiyattan yerine koyabileceğinden emin olamadığı için vadeli satış yapmıyor. Artık sadece TL’de değil dövizle satışlarda da peşin ödeme talebi öne çıkıyor. Günlük ticari hayatta dolarizasyonun yüzde 70’e ulaştığı ve ticari hayatın durma noktasına geldiği vurgulanıyor. Her türlü üründe ve imalatta günlük fiyat oynaklığının yüzde 3-5 arasında değiştiği belirtilirken pek çok sektörde döviz üzerinden tahsilat makbuzu ya da fatura kesildiği, gıda sektöründe ise fiyatların dolara endeksli olarak uygulandığı belirtiliyor.

Başta gıda olmak üzere pek çok ürünün fiyatında plastik ambalaj maliyetinden kaynaklı yüksek fiyat artışları yaşanacağı belirtiliyor. Sanayicinin, üreticinin, ihracatçının yakındığı bir ekonomik ortamda yerli-yabancı yeni yatırımcı gelir mi?

İş dünyasının hemen her kesiminde endişe ve yarın ne olacağını bilememe kaygısı büyürken iktidar tüm sorunlara duyarsız kalıyor. İktidar, kendi kendine aldığı kararlar ve attığı adımlarla varacağı yeri bile düşünmeksizin ortak aklı yok sayarak hareket ediyor.

  1. Kasım ayında dış ticaret açığı 5,3 milyar dolar oldu. Kurlardaki yükseliş önümüzdeki aylarda ithalattaki artışı aşağı çekecektir. 2026’da 300 milyar dolarlık ihracat hedefinden söz edilirken ithalatın hangi düzeye ulaşacağının göz ardı edilmesi, başta enerji olmak üzere ihracatın ithalata bağımlılığının dikkatlerden kaçırılması dış ticarette de hedeflerin yanlış kurgulandığını gösteriyor!

Kasım’da ihracat yüzde 33,4 artarak 21 milyar 468 milyon dolar, ithalat yüzde 26,7 oranında artışla 26 milyar 794 milyon dolar oldu. Geçen yılın aynı ayına kıyasla 272 milyon dolar artan aylık dış ticaret açığı 5 milyar 326 milyon dolar oldu. Ocak-Kasım dönemi ihracat toplamı 203,1 milyar dolar, dış ticaret açığı ise geçen yılın ocak-kasım döneminde kıyasla yüzde 13,55 oranında azalarak 39 milyar 186 milyon dolar olarak gerçekleşti. İhracatın ithalatı karşılama yüzde 76,1’den yüzde 80,1’e yükseldi. Kasım ayında yapılan 26,7 milyar dolarlık ithalatın 21,4 milyar dolarlık bölümü ara malı ithalatına ayrılan tutar. Kasım ayında 21,5 milyar dolarlık ihracat için 21,4 milyar dolarlık ara malı ithal edilmiş. Enerji ithalatı hariç tutulduğunda ihracatın ithalatı karşılama oranının yüzde 101’e ulaştığının ifade edilmesi ithalatın yüzde 20’den fazlasının enerji olduğunu ortaya koyuyor. Şimdi uygulamaya konulduğu ilan edilen yeni ekonomi modelinin hedefinin ihracat artışı ve cari fazla olduğu ifade ediliyor. Türk parasının değerini düşürüp, döviz kurlarını yükselterek yerli ihraç mallarını ucuzlatarak elde edilecek rekabet avantajı ancak kısa süreli olabilir. İhracattaki artış oransal olarak ithalattan daha yüksek olmasına karşılık dolar bazında ithalat lehine 5,3 milyar dolar daha fazla ödeme ve dış ticaret açığı söz konusu. Bu da birim ihracat tutarının ithalatın çok altında olduğunu, giderek daha fazla malı veya ürünü daha az döviz kazanarak ihraç ettiğimizi gösteriyor. İhracatın kalıcı ve istikrarlı şekilde artmaya devam edebilmesi için ithalata bağımlılığın azaltılması, ara malı ve hammadde ve makinede yurtiçi üretim ve yatırımın teşvik edilerek desteklenmesi ön koşuldur.

Ayrıca, işlenmiş ürün ve katma değeri yüksek teknoloji malı üretimine öncelik verilerek birim ihraç gelirinin artırılması, tarımsal ve hayvansal üretimin desteklenmesi, bu alanda ithalatın düşürülmesi vb. çok yönlü, kapsamlı yakın-orta ve uzun vadeli hedefleri olan bir programın, tüm sektör temsilcilerinin görüş, öneri ve katkısıyla hazırlanıp uygulamaya konulması hayati önemdedir!

  1. Ekonomik Güven Endeksi’nde (EGE) yüzde 2 düşüş gerçekleşti. Tüketici Güven Endeksi ve Hizmetler Sektörü Güven Endeksi’ndeki yaşanan sert düşüşler EGE’yi aşağı çekti. Ekonomiye olan güvenin gerilemesi; iktidarın ‘bize güvenin dimdik ayaktayız’ söyleminin piyasalarda-tüketicide-yatırımcıda karşılığının olmadığını, kötümserliğin arttığını sergiliyor!

Ekonomik Güven Endeksi (EGE) Ekim ayında 101,4 iken, Kasım ayında yüzde 2 oranında gerileyerek 99,3 değerine düştü. EGE’deki düşüş, tüketici ve hizmet sektörü güven endekslerindeki düşüşlerden kaynaklandı. Ekonomideki tüm alanları kapsayan güven endekslerinin çatısı konumundaki EGE’deki bu düşüş ekonominin genelinde bir kötüleşme beklentisini ve artan endişeleri yansıtıyor.

CB Erdoğan’ın ekonomide yaşanan kriz sürecinin geçici olduğu, 6 ay içinde her şeyin düzeleceği ve dengeleneceği tezlerinin karşılığının olmadığı EGE’de ve EGE’yi oluşturan alt endekslerdeki tabloda somut şekilde görülüyor. TÜİK’in açıkladığı ve EGE’yi oluşturan güven endekslerindeki kasım ayı gelişmelerine bakıldığında;

  • Tüketici Güven Endeksi bir önceki aya göre yüzde 7,3 oranında azalarak 71,1’e indi.
  • Hizmet Sektörü Güven Endeksi yüzde 0,7 oranında azalarak 119,4’e geriledi.
  • Reel Kesim (İmalat Sanayi) Güven Endeksi yüzde 0,6 oranında artarak 112 oldu.
  • Perakende ticaret sektörü güven endeksi yüzde 0,6 oranında artarak 121,9 değerini aldı
  • İnşaat Sektörü Güven Endeksi yüzde 1 oranında artarak 93,6 oldu.

En geniş kesimi kapsayan tüketici güvenindeki yüzde 7’yi aşan düşüş ve istihdamın, ekonomik faaliyetlerin yüzde 50’den fazlasını oluşturan hizmetler sektöründeki güven gerilemesi genel ekonomik güvenin de yüzde 2 düşmesine yol açtı.

Diğer iki güven endeksinde artışlar görülse de bunun çok düşük düzeyde olması, inşaat sektörü güveninin ise yüzde 1’lik artışa rağmen beklentilerde ‘kötümserlik ve endişeyi’ işaret eden 100 puanın altında kalması ekonomik güvensizliğin yaygınlaştığını ortaya koyuyor.

Özellikle TÜGE’de gelecek 12 aya ilişkin beklentilerdeki ağır kötüleşme, ekonominin genel durumu ve hanelerin maddi durum beklentilerindeki olağanüstü güven kaybı, ekonominin geneline yansımış halde. Dolayısıyla ekonomik güven tesis edilemedikçe Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dile getirdiği 6 ayda yeni modelin meyvelerinin alınacağı enflasyon, döviz kurları ve fiyatların dengeleneceği söyleminin inandırıcı bulunmadığı, iktidara güvenilmediği TÜİK’in resmi güven endekslerinde de apaçık görülüyor!

Editör: TE Bilisim