ZAMANIMIN ÇOCUKLUĞU

Ara tatil dolayısıyla çocuklarımız, gençlerimiz derslerine bir mola verdiler. Ne güzel dinlenirler, kitap okurlar, çeşitli oyunlarla dostluklarını pekiştirirler, dedik. Ama olmadı. İstisna aileler ve çocuklar hariç abartısızız saatlerce tabletini elinden düşürmeyen çocuğa denk geldim inanın. Birçok küçücük çocuğun gözüne telefon ekranları gözlük gibi yapışmış, onlardan uzaklaşınca hayatları duruyor sanki.

Biri bir şey söylese hemen çocuğumun psikolojisi bozuldu, diye feryat figan kıyamet koparan anneler çocuklarının çizgi filim diye izledikleri şeylerdeki ucube görüntülere nasıl ses çıkarmıyorlar aklım almıyor doğrusu.

Kendi çocukluğuma gidiyorum ister istemez onların o hallerini görünce. Bazen konuşuyoruz gençlerle, anlatıyorum onlara çocukluğumuzun oyunlarını, meşgalelerini “yok canım” öyle zaman mı geçer? Diye serzenişte bulunuyorlar. Geçiyordu, diyorum hem de saf, temiz, çıkarsız, ufak tefek çocukluk kavgaları hariç hiçbir acının, öfkenin yaşanmadığı çocukluklarımız vardı, diyorum. Ben yine zamanımın çocukluğuna sığınıyorum.

                            

Şöyle bol şıralı bir elma şekeri olsa elimde, dolaşsam çocukluğumun sokaklarında…
Elma şekerinin tadı yayılırken yavaş yavaş damağıma, çocukluğumun Urfa’sı beni kucaklasa sımsıkıca…

Korkmadan bir kapıyı çalsam, bir bardak su içsem kana kana… Üç beş arkadaşımı alsam yanıma, avluya kocaman bir sofra açsak ve güle oynaya doyursak karnımızı, annemin yaptığı külünce ve sıcacık çayla…

Bilgisayara tutsak olmadan yaşıtlarımızla çocukluğumuzu yaşasak, Beş taş oynasak ve tek tek bütün taşları yuvarlasak ebeye değdirmeden köprüden parmaklarımızdan…

Sadece kendimizi düşünmesek, akşama doğru toplansak yine komşuların birinin evinde. Ya buğday ayıklasak sinilerde ya da şehriye kessek minicik ellerimizle…

Oyuncak seçmek için sabahtan akşama kadar dolaşmasak ve sonunda aldıklarımız da bizi başka başka yaşantılara özendirmese, büyüklere göstermeden alıp kaçtığımız hamurlarla bebekler yapıp kurumaya bıraksak güneşe ve annelerimize yakalanmadan, çamurdan evlerimize misafir etsek sonradan onları…

Sevdiklerimizin gözlerini yollarda bırakmasak, bayramların heyecanını yaşasak yine çocukça… Mahalle aralarındaki evlerde satılan ayakkabılardan alsak istediğimiz renkte. Ah bir de yeni yeni elbiseler, pantolonlar getirmişlerse bayramın şerefine! Değmeyin işte o zaman keyfimize…

Bayramlıklar giyilir giyilmez elimizde tepsilerle komşulara yemek dağıtsak ve bayramlık harçlıklarımızı saysak mutlulukla… Mahalle meydanlarına kurulan salıncaklara ve sözde dönme dolaplara koşsak sevinçle… Demir yığınlarının renkli aldatmacalarında kaybolmadan, paramız artarsa iki turda bisiklete binersek bayram işte o zaman bayram olur asıl bize…


Koca marketlerin poşetlenmiş, dondurulmuş ürünlerine talim olmasak; kış hazırlıklarını ailece yapsak… Ekmekler yapılsa timin timin evlerde…

Ekmeğin arkasından saca basma konsa sacların üzerine, mis gibi sadeyağ döküldükten sonra, sıcacık bazlamayla yense afiyetle…

Hele bir de annemiz bize torpil geçip katmer yapmışsa! Ekmek tahtasının altından bir an önce nasıl alsak diye düşünsek sabırsızca…
 

Külünçeler hazırlansa tepsi tepsi. İplik makarasından şekiller yapsak şekerliye ayrı, tuzluya ayrı. Fırından eve gelene kadar dağıtsak konu komşuya, bakkala, kasaba ve onların hayır dualarıyla bereketlense sofralarımız…

Gezmeye gider gibi saatlerce aynanın karşısında süslenmesek, sıra arkadaşımızın ne giyeceğini merak etmesek; annelerimizin ellerinde ördüğü bembeyaz yakalarımızı taksak, kimin çantası ne marka diye düşünmeden koşsak zil çalmadan okullarımıza…

Resimlerini çizsek yaz, kış bacası tüten evlerimizin,

Ve yine yaz, kış

Bahçesi yemyeşil,

Gökyüzü masmavi,

Güneşi hep gülümsese bize…

Hep çocuk masumluğunda atsa kalbimiz,

Kin bilmeden,

Öfkeye hep küskün,

Kibre dönsek sırtımızı

Ellerimiz şefkat katsa lokmalarımıza

Ve hoş görsek ötekini

Öteki çocukluğumuz gibi…

Sevgi ve huzurla kalın…