İÇ POLİTİKA                                                                                                                                        

  1. İktidarın toplumu sanatçılar üzerinden “ayrıştırma-germe” çabaları ve sanatı siyasetin hedefine koyarak “gözden düşürme” gayretleri boşunadır!
  2. YÖK, üniversite giriş sınavında barajı kaldırması siyasi talimatla alınmış bir seçim yatırımıdır. YÖK’ü lağvetme vaadiyle gelen AK Parti, YÖK’ü üniversiteleri partizanlaştırma amacının maşasına dönüştürdü!
  3. CB Erdoğan’ın ‘müjde’ dediği, çoğu daha önce alınmış yanlış kararların düzeltilmesini içeren kararlar, Beştepe Sarayı’nda da alkışlanmadı!

 EKONOMİ                                                                                                                                             

  1. Merkez Bankası politika faizini sabit tuttu. Dövize endeksli liralaşma stratejisi, ülkeyi çok ağır bir döviz ve kambiyo felaketiyle karşı karşıya bırakabilir!
  2. İslami bono sukuk ihracında dolar bazında yıllık yüzde 7,25 faizle, 3 milyar

dolarlık borçlanma gerçekleşti. İçeride ‘politika faizini önemsizleştirdik’ diye övünen CB Erdoğan, dışarıda katlanan dolar faizi ile borçlanmaya boyun eğiyor!

  1. Bütçe, ocak ayında 30 Milyar TL fazla verdi. Bu fazlanın yarısını aşan tutarı, alkollü içki, sigara, bahis oyunlarından, diğer yarısı da vaktinden önce tahsil edilen Kurumlar Vergisinden elde edilmiş!
  2. TÜİK’in ekonomik ve sosyal verilerine ilişkin; Uluslararası İstatistik Enstitüsü ve Uluslararası Resmi İstatistik Birliği’nin Türkiye’den güvence istemesi, utanç vericidir!
  3. Tüm dünyada çip krizi yaşanırken, ufku sadece rant ve inşaatla sınırlı iktidar, milyarlarca doları toprağa gömdü. Akıllarına 20 yıldır bir çip fabrikası yatırımı gelmedi!

 DIŞ POLİTİKA                                                                                                                                       

  1. CB Erdoğan’ın Birleşik Arap Emirlikleri ziyaretinde 13 anlaşma imzalandı. Öncesinde “15 Temmuz darbesinin finansörü” olmakla suçlanan BAE, 10 milyar dolarlık yatırım vaadiyle iktidarın ‘ekonomik finansörüne’ dönüştü!
  2. Yunanistan’ın silahlanma yarışına hız vermesi, Ege ve Akdeniz’de gerilimi tırmandırmanın yanında Yunan halkının da aleyhine olacaktır. Si lahlanma yarışı ve gerilim, kimsenin yararına değildir!
  1. İktidarın; ülkemizin gerçek değerleri olan sanatçıların şarkılarını, sahnedeki giysilerini, çektikleri müzik kliplerini engelleme-yasaklama ve siyasallaştırarak, gözden düşürme gayretleri boşunadır. RTÜK’ün Radyo-TV yönetimlerine telefonla baskı yaparak bazı şarkıcıları ve şarkıları yayınlatmama gayretleri, Devlet Tiyatrolarının 65 yaş ve üzeri sanatçılara sahne yasağı getirmesi, iktidarın korku ve siyasi çaresizlikte hangi noktaya geldiğini göstermektedir!

COVID 19 salgını nedeniyle sanat, kültür, eğlence yerlerine ve sanatçılara getirilen yasaklar pek çok ülkede kaldırılırken Türkiye’de iktidar hâlâ salgın bahanesiyle pek çok alanda sansür ve yasak uygulamalarını sürdürüyor. Kısa süre önce ünlü bir sanatçımızın beş yıl önceki şarkı sözlerini tehdit unsuruna dönüştüren iktidar, geçen hafta uluslararası üne sahip sanatçımızım çıkarttığı yeni şarkının sözlerinden toplumsal kavga, siyasi şiddet ve mücadele senaryosu üretmeye çalıştı.

Tüm insanlığın iki yılı aşan süreden bu yana karşı karşıya olduğu korona salgınının yarattığı karamsar ruh halini dağıtacak, insanları yeniden yaşama sevinciyle buluşturacak yegâne unsur sanat ve sanatçılardır. İnsanlığın tarihi boyunca sanat ve kültür toplumsal ilerlemenin itici gücü, lokomotifi ve aydınlanmanın temeli oldu. Ancak tek kişi yönetiminde CB Erdoğan’ın yanında fotoğraf çektirerek paylaşan, saraydaki sofralara davet edilen, CB Erdoğan’a methiyeler düzen, iktidar belediyelerinden, Kültür ve Turizm Bakanlığı fonlarından nemalananlar dışında onuruyla-sanatıyla var olan, ayakta durmaya çabalayanlar sanatçı sayılmıyor.

Toplumsal ayrıştırmayı kültür ve sanata yansıtan siyasi zihniyet, yıllardır müziğiyle, şarkılarıyla, albümleriyle tüm dünyada kendisini kanıtlamış bir sanatçımızı yayınladığı son şarkısının sözlerinden ötürü adeta düşman ilan ederek sosyal medyada, iktidar medyasında linç kampanyası başlattı. Oysa sanatçımız, salgınla, sellerle, orman yangınlarıyla, çevre felaketleriyle, sınırlarımızın dibinde yıllardır süren savaşlarla, milyonlarca göçmenin ülkemize akın etmesiyle, ekonomik kriz, sıkıntılar ve yoksullukla bunalan insanlarımızı ve tüm insanları sadece biraz bunlardan uzaklaştırmayı, tebessüm ettirmeyi amaçladığını söylüyor. İktidar medyası tepki gösterip, ‘çık ortaya gerçek niyetini açıkla, delikanlı ol’ manşetleri atıyor. Şarkının sözlerinin iktidarı hedeflediğini öne sürenlerin yanında bu şarkıyı CHP’nin sipariş ettiğini iddia edecek kadar saldırganlıklar sergileniyor.

RTÜK daha önce beş yıllık şarkısının sözlerinden dolayı linç edilen, dilinin koparılmasıyla tehdit edilen sanatçımızın şarkılarının çalınmaması için görevini ve yetkisini aşarak, arka yol ve ‘Alo Fatih’ yöntemleriyle radyo ve televizyon yöneticilerine telefon uyarıları yaparken, şimdi de yeni çıkan bu şarkının sözleri nedeniyle CB Erdoğan’ın ‘yasaklansın ya da bırakın çalsın’ talimatını bekliyor.

Diğer yanda ülkemizin en köklü sanat kurumlarından Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, salgın nedeniyle kapalı olan sahneleri sınırlı ölçüde açmaya, birkaç oyun sahnelemeye başlarken 65 yaş ve üstündeki sanatçılara ise sahne ve rol yasağı getiriyor. Dünya sinema ve tiyatrolarında 80 yaşındaki sanatçılar ödüllendirilip başrolde oynuyor. Ülkemizde ise sanat ve sanatçı düşmanlığı, iktidar kontrolündeki medya başta olmak üzere her alanda yaygınlaştırılarak, sanatçılar açlığa mahkûm ediliyor! Topluma mal olmuş bir sanatçıya, “Her şeyin bedeli var. Bir gün gelir ödenir…” tehditlerini yönelten iktidar medyasının hal ve ahvali ise oldukça düşündürücü!

    • Bir iktidar; bir şarkının sözlerinden, bir şiirin mısralarından, bir tiyatro oyunundan, kitaplardan korkmaya, yasaklamaya ve sansürlemeye başlamışsa tarihin bizlere gösterdiği gibi sonu yaklaşmış, miadını doldurmuş demektir!
    • Bir iktidar; şayet sanatla, sanatçıyla uğraşmayı, sanatçıları tehditle hedef göstererek ve siyasetle baskılayarak iktidarını kurtarmayı ve sürdürmeyi hedefliyorsa yönetme kabiliyetini de yitirmiş demektir!

Sözün, sanatın, yazının, kelimelerin gücüyle en güçlü silahların, en otoriter iktidarların bile baş edemediğinin pek çok örneğini tarih bize gösteriyor.

    • Yüzyıllar önce Bolu Beyine isyan eden Köroğlu’nun türküsünü ve kahramanlığı bugün hâlâ dillerde.
    • Dadaloğlu’nu, Şiirleri ve beyitleri yüzünden Hızır Paşa’nın idam ettirdiği

Pir Sultan Abdal’ın türküleri, sözleri bugünlere aktı.

    • Bu ülkede geçmişte baskıcı hükümetler, askeri darbe yönetimleri, arabesk müziği, Sabahattin Ali’yi, Nâzım Hikmet’i, Aşık Mahzuni’yi, Cem Karaca’yı şarkılarından, şiirlerinden, türkülerinin sözlerinden ötürü hain ilan ettiler, yasakladılar, bazılarını vatandaşlıktan çıkarttılar bazılarını yıllarca hapse attılar.

Kimse yasaklayanları hayırla yâd etmezken, sanatçılar ve sanatları, yasak dinlemiyor. Nesiller boyunca bu böyle devam etti, yine edecek…

İktidara tavsiyem; kültür, sanat ve sanatçılarla mücadele etmek yerine bu yasakçı, düşmanlaştırma zihniyetinden vazgeçmesi, en büyük değerimiz olan sanatçılarımızı ayrıştırmaksızın, linç kampanyalarının hedefi haline getirmeksizin önlerine çıkarılan tüm engelleri kaldırması, onları ve sanatlarını destekleyip, sahip çıkarak topluma örnek olmasıdır. Gelecekte o sanatçılar, şarkıları, sözleri, şiirleri, sahneleriyle yine var olacak ancak onlara bu eziyetleri yapanlar iyilikle anılmayacaktır.

Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK) üniversite sınavlarında TYT ve AYT barajını kaldırması, siyasi talimatla alınan, seçim yatırımına dönük bir karardır. Dünya Üniversiteleri Sıralaması 2022 raporunda ilk 500’de Türk üniversitesi kalmadı! YÖK’ü lağvetme vaadiyle gelen AK Parti, YÖK’ü üniversiteleri partizanlaştırma amacının maşasına dönüştürdü. YÖK’ün bu son kararıyla üniversite eğitiminin temeline dinamit konuldu!

YÖK geçen hafta aldığı bir kararla Yüksek Öğretim Kurumları Sınavı’nda (YKS) adayların 2 yıllık ön lisans programlarını tercih edebilmesi için Temel Yeterlilik Testinden (TYT) 150, 4 yıllık lisans programlarını tercih edebilmeleri için de Alan Yeterlilik Testinden (AYT) 180 puan barajını aşma zorunluluğunu kaldırdı. Üniversiteye giriş sınavında baraj puanın kaldırılması eğitim-öğretim amaçlı değil, tamamıyla siyasi iktidar talimatıyla alınan seçim yatırımı amaçlı bir karardır.

    • Madem böyle bir karar alınıyor, baraj sıfırlanıyor. O halde üniversite sınavını neden tamamıyla kaldırmıyorlar?

Geçen yıl pandemi nedeniyle yüz yüze eğitime ara verilmesi sonrasında üniversite sınavlarında başarısızlığın zirve yapması ve yüz binlerce kontenjanın boş kalması üzerine ek yerleştirme gündeme gelmiş ve CB Erdoğan gençlere müjde diye TYT barajının 150’den 140’a, AYT barajının 180’den 170’e düşürüldüğünü açıklamıştı. 2018 yılında yüksek öğretimde kalitenin yükseltilmesi amacıyla barajı yükselten eski YÖK Başkanı Yekta Saraç, bu karara itiraz edince önce istifa ettiği öne sürüldü daha sonra ‘görevden affedildiğine’ ilişkin CB kararı 30 Temmuz 2021’de resmî gazetede yayınlandı. YÖK Başkanlığına atanan Prof. Erol Özvar, üniversitelerde dibe vuran eğitim-öğretim kalitesini birkaç üniversite dışında eksiye düşürecek barajı sıfırlama kararıyla CB Erdoğan’ın siyasi talimatını yerine getirdi.

YÖK'ün resmî web sayfasında yer alan verilere göre halen 129'u devlet, 74'ü vakıf ve 4'ü de Vakıf Meslek Yüksek Okulu olmak üzere toplamda 207 yüksek eğitim- öğretim kurumu var. Bu okulların 4 yıl ve üzeri lisans programlarında 4 milyon 676 bin 657 öğrenci, 2 yıllık ön lisans programlarında ise 3 milyon 114 bin 623 öğrenci olmak üzere toplam 7 milyon 791 bin 280 genç eğitim görüyor. Yüksek lisans eğitimi yapan 343 bin 569 kişi ve doktora eğitimi alan 106 bin 148 öğrenciyle birlikte toplam sayı 8 milyon 240 bin 997 kişiye ulaşıyor.

Geçen sene YKS'ye 2 milyon 607 bin 715 kişi başvurmuş, bunlardan 865 bin 365’i bir lisans ya da ön lisans programına girebilmişti. 2021 YKS sonuçlarına göre, TYT’ye giren 2.400.000 adaydan 789 bin 748’i yani üçte biri 15 net barajını aşamadı. AYT’de ise, TYT’yi başaranlardan 1 milyon 285 bin 525’i barajı aşamayarak tercih hakkını kaybetti.

2021’de YKS’ye girenlerden toplam 815 bin 365 kişi bir ön lisans veya lisans programına kaydını yaptırabildi. Diğer deyişle sınava katılan 2,6 milyon gencin üçte birinden de az sayıda kişi üniversite öğrencisi olabildi. ÖSYM geçen sene pandemi gerekçesiyle boş baraj puan indirimi ve ek yerleştirme süresini uzatmasına rağmen üniversitelerin lisans ve ön lisans programlarında 224 bin 31 kontenjan boş kaldı, öğrenciler tarafından tercih ve kayıt yapılmadı.

Her ilde bir, bazı illerde birden fazla, büyükşehirlerde devlet ve özel vakıf üniversiteleri olmak üzere çok sayıda üniversite olmasına karşılık, üniversiteye kayıt yaptıran öğrenci sayısı her yıl azalıyor, boş kontenjanlar artıyor. İktidarın yeni açtığı çoğu üniversitede öğretim üyesi sayısı öğrenci sayısından daha fazla ya da bazı bölümler tamamıyla öğrencisiz ve tercih edilmiyor.

Sadece son 10 yıldaki duruma baktığımızda sınava giren öğrenci sayısı 1 milyon 895 bin 478’den 2021’de 2 milyon 601 bin 715’e yükselmesine karşılık, kontenjan artışlarına, ek tercih ürelerine baraj puanı indirimlerine rağmen üniversitelere kayıt yaptıran öğrenci sayısı 865 bin 631’den 815 bin 365’e gerilemiş. Sınava girenlerin sayısı 716 bin 478 kişi artarken, okul tercih edip kayıt yaptıranların sayısı 50 bin 266 kişi gerilemiş. Uluslararası eğitim düzeyini ölçen PISA sınavlarında Türk öğrenciler okuduğunu anlama, temel bilimler, matematik, fen, edebiyat vb. konularda en alt sıralara gerilerken, üniversite sınavlarında da bu acı ve vahim tablo kendisini gösteriyor. 20 yılda 12 Milli Eğitim Bakanı değiştirip, kindar-dindar nesiller yetiştirme amacıyla eğitim sistemini altüst eden AK Parti iktidarlarının eğitimi ve gençleri getirdiği nokta böylesine vahim. Şimdi üniversiteye girişte, temel yeterlilik ve alan yeterliliğindeki baraj puanlarını da sıfırlayarak siyasi amaç ve nema uğruna, gençlerin oyunu alabilecekleri düşüncesiyle üniversiteleri çöküşe götürecek, bilimsellikten, nitelik ve kaliteden tümüyle uzaklaştıracak bir adımı daha atıyorlar.

Öncelikle şunu belirteyim, ODTÜ, İTÜ, Hacettepe bitirilmeye çalışılan Boğaziçi gibi köklü üniversiteler, tıp, eczacılık, elektronik, mühendislik vb. yüksek puanlarla öğrenci alan programlara yine TYT ve AYT’de yüksek puan alan, Türkiye sıralamasında ilk on binlere girebilen öğrenciler gidebilecek. Ancak baraj kalktığı için puanı düşük, tercih edilmeyen, kontenjanları boş kalan bölümlere, üniversitelere ve programlara da eğitim düzeyi ve puanı düşük öğrenciler artık kayıt yaptırabilecek ve eğitim kurumlarının, öğrencilerin niteliği aşağı inecek. Barajı sıfırlamanın yanı sıra, sınav sürelerini de 30 dakika daha uzatan YÖK’ün yine iktidarın siyasi talimatı ve talebi doğrultusunda, seçim yatırımını takviye için üniversite kontenjanlarını da artırması, düşük puanlı daha fazla sayıda öğrenciye yer açması şaşırtıcı olmayacaktır.

9 Ocak’ta açıklanan The Times High Education (THE) World University Rankings 2022 (Dünya Üniversiteler Sıralaması) raporunda ilk 500’de hiçbir Türk üniversitesi yok. Uzun yıllar ilk 500’de yer alan Boğaziçi Üniversitesi geçen yıl kayyum rektör ataması ve sonrasında yaşananlarla hızla gerileyerek bu yılki sıralamada 801-1000 arasında yer aldı. Eğitimin niteliksiz ve kalitesizliğiyle her yıl üniversite lisans mezunu ve doktoralı diplomalı işsiz gençlerimizin sayısı katlanıyor.

İktidar; gençleri nitelikli eğitimle geleceğe hazırlamak yerine, milyonlarca genci gelecekte hiçbir işlerine yaramayacak programlara kaydolmaya yönlendirip ‘eğitimdeler’ bahanesiyle genç işsizleri düşük göstermeyi, giderek yaygınlaşan ‘ev gençlerini’ azaltarak, ailelerin, gençlerin eleştiri ve tepkilerini frenlemeyi hedefliyor. Ayrıca kontenjanları boş kalan, öğrenci bulamayan iktidara yakın çok sayıdaki pahalı ve paralı vakıf üniversitesine de bu kararla ‘müşteri-öğrenci’ potansiyeli yaratılıyor.

Burada da ciddi bir çelişki karşımıza çıkıyor.

  • Bir yandan vakıf üniversiteleri yüksek puan alan başarılı öğrencileri tam veya yarım burslu olarak alma yarışındayken diğer yandan bu öğrencilerle birlikte baraj kalktığı için düşük puanlı öğrenciler de parasal güçleri yeterliyse bu üniversitelere girebilecekler ve öğrenciler arasında ciddi eğitim ve nitelik uçurumları oluşacak.
  • İktidar aynı zamanda sıfır barajın ardından düşük puanlı öğrencileri

kontenjanlarının çoğu boş kalan Anadolu Üniversitelerine yönlendirerek, bu şehirlerdeki esnafa dolaylı ekonomik destek sağlamayı, zamlar ve vergilerle artan tepkileri bastırmayı amaçlıyor.

Oysa asıl yapılması gereken;

  • Baraj sistemini muhafaza edip ortaöğretimde, liselerde eğitim-öğretim kalitesini ve niteliğini yükselterek, üniversite adayı gençleri buna hazırlamaktır.
  • Öğretmen atamaları süratle yapılarak ana okulundan ilköğretim ve ortaöğretime kadar öğretmen açığı kapatılmalıdır.
  • Öğretmenlerin nitelik ve birikimini yükseltecek hizmet içi eğitim programları devreye sokulmalı, kadrolu-sözleşmeli-ücretli öğretmen uygulamasına, öğretmenlerin ayrıştırılmasına, ücret-maaş-sosyal güvenlik açısından farklılıklara son verilmelidir.
  • Liselerde mezuniyet sınavı uygulamaya konulmalı, lise eğitimi yetersiz ve mezuniyet sınavını geçemeyen öğrenciler, en az 6 ay- 1 yıl destek ve nitelik yükseltme temel eğitimine, alan eğitimine alınmalıdır.

İktidara geldiklerinde YÖK’ü lağvedeceklerini vaat eden AK Parti ve CB Erdoğan 20 yıldır bu sözünü tutmadığı gibi, YÖK’ü yüksek öğrenimi, akademiyi, üniversite yönetimlerini siyasallaştırarak partizanlaştırma, üniversitelerin akademik, bilimsel ve yönetsel özerkliğini yok etme aracına dönüştürdü.

OHAL kararnameleriyle üniversitelerin kendi yöneticilerini seçme olanağı ortadan kaldırılıp, tek kişi tarafından atanan rektörlerle biatçı üniversiteler oluşturuldu. Alınan baraj sıfırlama kararı, YÖK’ün tamamıyla iktidarın kontrolünde, akademik anlayıştan ve zihniyetten uzaklaşıp, siyasi talimatlarla hareket eden konumuyla, üniversite gençliği, üniversite eğitimi ve üniversiteler için tehdit haline geldiğini gösterdi!

  1. CB Erdoğan’ın ‘müjde’ dediği, çoğu daha önce alınmış yanlış kararların düzeltilmesini içeren kararlar; Beştepe Sarayı’na toplanan bürokratlar- milletvekilleri-kabine üyesi bakanlar tarafından sessizlikle karşılandı, alkışlanmadı. Ortada hukuken bir kabine olmadığı gibi, bakanların yok hükmünde olduğunun, devlette liyakatsizliğin ve başıboşluğun somut kanıtları, KDV kararında apaçık sergilendi!

CB Erdoğan, her hafta topladığı atanmış bakanlarıyla bir araya gelip, kamuoyuna, dışarıya karşı ‘ülkede bir hükümetin var olduğu’ algısını yansıtıyor. Oysa böyle bir kabinenin hukuki zemini yok. Sadece tek kişi tarafından alınan kararlar söz konusu. Bakanların bir daire başkanı ya da şef tayin etme-görevden alma yetkisi bile yok. Tüm sistem tek kişi üzerine kurgulandığı için kabine toplantısı diye kamuoyuna sunulan haftalık buluşmalar sonrasında, aynı tek kişi aldığı kararları yine kendisi açıklıyor. Salonda toplananların tek görevi, tek kişinin söylediklerini dinlemek ve bitiminde alkışlamak. Gazetecilerin görevi malum! Kararlarla ilgili kamuoyu adına soru sormak, kararları sorgulamak, neden böyle bir karara varıldığının gerekçesini talep etmek yok! Yasak!

Geçen hafta yine sahnelenen bu siyasi komedi sonrasında CB Erdoğan’ın ‘müjde’ diye nitelendirdiği ancak toplumdaki ağır sorunlara dönük hiçbir beklentiyi karşılamayan, büyük bölümü daha önce alınmış yanlış kararların düzeltilmesi ve yenilenmesinden ibaret olan açıklamalar, salondakilerce alkışlanmadı. CB Erdoğan’ın yeni bir şey söylemediğini gördükleri ya da artık rutine binen bu seremoniden sıkıldıkları için alkışı unuttular. CB Erdoğan bu tablo karşısında ‘O kadar müjde verdik, alkış yok!’ diyerek, salona topladığı memurlarını uyandırmak, uyarmak zorunda kaldı. Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde bir devlet başkanı ya da başbakan düzenlediği basın toplantısı veya alınan kararlarla ilgili açıklamalarından sonra alkış beklemez.

Elektrikten doğalgaza, akaryakıta varana kadar fahiş zam kararlarının altındaki imza kendisine ait olduğu halde sanki bu zamları başkası yapmış gibi çıkıp, ‘Elbette canımızı yakan fiyat artışları var, emin olun bunların hepsi geçicidir’ demek ya gerçeklerden kopmuş olmanın ya da milleti aldatma çabasının sonucudur.

    • Temel gıda maddelerinin KDV’sini yüzde 8’den yüzde 1’e düşürme kararında yapılan yanlışla etin KDV’sini yüzde 8’den 18’e yükselttiklerini ancak bir gün sonra fark ettiler.

Ertesi gün yeniden değişikliğe giderek etin KDV’sini yüzde 1’e düşüren ikinci bir karar yayınladılar. Devlette liyakatsizliğin, makamların kayırmacılık ve partizanlıkla dağıtılmasının da ötesinde, bürokrasideki çürümenin hangi boyutlara vardığını 24 saat arayla değiştirilen bu KDV düzenlemesi ortaya koyuyor! Unvanı Bakan olan memurların gerçekte yok hükmünde olduğunun en somut kanıtı Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin geçen hafta açıkladığı yeni ekonomik paket sunumunda yaşandı. CB Erdoğan, toplantının ortasında video konferans ile salona bağlanarak Bakan Nebati’yi susturdu, KDV indirimi kararlarını kendisi açıkladı.

Demokratik bir ülkede, kendisine saygısı olan bir “Bakan” ya da “Bürokrat” böyle bir durumda anında istifa eder. Tek kişilik sistem kişisel iradeleri de kendi kontrolü ve vesayeti altına aldığı için ne bakanların ne de bürokratların tek kişi tarafından görevden affedilmedikçe böyle bir tavır alma özgürlüğü de maalesef söz konusu değil!

  1. Merkez Bankası (MB) Para Politikası Kurulu (PPK) 17 Şubat’taki toplantısında politika faizini yüzde 14’te sabit tuttu. Faiz indirilerek ya da sabit tutularak enflasyonun düşürülemediği bir kez daha kanıtlandı. Hesapsız şekilde her alanda yürütülen dövize endeksli liralaşma stratejisi tam tersine dövizleşmeyi yaygınlaştırarak, ülke ekonomisinin yakın gelecekte çok ağır bir döviz ve kambiyo felaketiyle karşı karşıya kalmasının altyapısını hazırlıyor!

Dört ay üst üste faiz indirdikten sonra, iki aydan bu yana faize dokunmayan MB, PPK toplantısından sonra yaptığı açıklamada bir yandan ‘liralaşma’ stratejisini para politikasının resmi unsuru haline getirirken diğer yandan çelişkili, tutarsız ifadelere yer verdi. MB’nin enflasyonla mücadele ve fiyat istikrarı görevlerini tamamıyla terk etmesi, bu alandaki sorumluluğu Hazine ve Maliye Bakanlığı ile Ticaret Bakanlığına devretmesinin yanı sıra, politika faizinde sergilenen tutum ortada bir para politikası kalmadığını gösteriyor. PPK toplantı tutanakları metninde küresel enflasyonist baskıların yarattığı riskler vurgulanırken, başta enerji ve petrol olmak üzere emtia fiyatlarındaki yükselişin üretici ve tüketici fiyatlarını yukarı çektiği ve bununda enflasyonda hızlı artışlara yol açtığı belirtiliyor.

Bu sürece karşı başta ABD Merkez Bankası olmak üzere, İngiltere, Rusya ve diğer pek çok merkez bankası faizi yükselterek parasal sıkılaştırmaya yönelirken, Türkiye’deki uygulama tam tersi. Gerek indirim gerekse sabitlenen faizlere rağmen enflasyon yükselişe devam ediyor. Yine ekonomik aklın ve bilimin aksine parasal genişleme devam ediyor. Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, 12 Şubat’ta yeni bir ekonomik paket açıkladı ve Kredi Garanti Fonu (KGF) tarafından 60 milyar liralık yeni bir düşük faizli kredi kampanyasını duyurdu.

Ocak ayında enflasyon raporunda yer alan ‘liralaşma stratejisi’ şubat ayında PPK toplantı tutanaklarına resmen girdi. Buna karşılık enflasyonla mücadele ve fiyat istikrarı için nasıl bir para politikası izleneceği metinde yok. MB politika faizi, ‘önemsizleştirilmiş’ olmasına karşılık, yüzde 50’ye varan enflasyon ortamında;

    • Politika faizi yüzde 14,
    • Kur korumalı TL mevduat faizi yüzde 17,
    • Normal TL tasarruf mevduatı faizi yüzde 22,
    • Bireysel tüketici kredisi faizi yüzde 31,
    • Ticari kredi faizleri yüzde 24-26.

MB’nin para politikası ve politika faizi önemsizleşti. Para politikasının önemli bir aracı olmaktan çıkarak, piyasalar için bir şey ifade etmeyen bir noktaya geldi. Liralaşmanın bu kadar derin negatif faizle nasıl kalıcı olacağı PPK açıklamasında yer almıyor. Üstelik KGF ile sağlanacak uzun vadeli TL fonlamanın yatırımları artıracağı beklentisinden söz edilirken, bu şekilde artacak parasal genişlemenin enflasyona yansıyacak negatif etkisinden söz edilmiyor.

Dikkatler politika faizinden çok döviz kuruna yöneldi. Kurların örtülü şekilde sabitlenmiş olmasına karşılık, kuru dizginlemek için devreye sokulan tüm TL finansal enstrümanların dövize endekslenmesi, hem TL para politikasını ve politika faizini anlamsızlaştırıyor hem de ‘dövizleşmeyi’ öne çıkartıyor.

Enflasyonun yüzde 50’ye yaklaştığı bir ekonomik tabloda;

    • PPK toplantı tutanaklarında hâlâ ‘para politikasının gözden geçirilme sürecinde’ olduğunun ifade edilmesi derin bir tutarsızlık!
    • Aylardır her PPK toplantı metinde yer alan yüzde 5’lik enflasyon hedefi, herkesle alay edercesine ciddiyetsizlik!
    • ‘Büyümenin kompozisyonunda sürdürülebilir bileşenleri artarken cari işlemler dengesinin 2022 yılında da fazla vermesi öngörülmektedir’ ifadesi de metinde yer alan bir başka tutarsızlık! Bu ifadeyle sanki 2021 yılında cari fazla verilmiş gibi, bunun 2022’de de devam edeceği anlaşılıyor.

Oysa geçen yıl eylül ve ekim aylarının ardından yüksek tutarlı dış ticaret açığı ve cari açık verildi. 2021 yılı cari açığı 14 milyar dolar oldu. 2022’de ise ocak ayında 10,5 milyar dolar ile tüm zamanların en yüksek aylık dış ticaret açığı verildi. Özellikle yükselen petrol ve doğal gaz fiyatlarıyla artan enerji ithalatı faturası daha ilk ayda bu yıl cari fazla verilmesinin çok güç hatta olanaksız olduğunu gösterdi.

TL ve dövizden, kur korumalı mevduata geçenler, yükselen enflasyon karşısında negatif getiriyle karşılaşabilirler. Dövizlerini kur farkıyla birlikte talep ettiklerinde, sistemin çatırdamasına yol açabilir. Sürdürülebilir olmayan bu süreç; milyarlarca dolar-Euro veya sterlin talebinin devreye girmesiyle, altından kalkılamayacak büyüklükte bir ekonomik felakete yol açabilir. Uygulanan para, faiz ve ekonomi politikaları TL’yi değil dövize endeksli yaşamı güçlendirmeye yöneliktir!

  1. İslami-faizsiz finansal menkul kıymet olarak nitelendirilen sukuk ihracında 3 milyar dolarlık satış gerçekleşirken dolar bazında yıllık kiralama (faiz) oranı yüzde 7,25 oldu. Geçen yılın haziran ayında yapılan 2,5 milyar dolarlık sukuk ihracında kira-faiz oranı yüzde 5,1 idi. Yanlış ve temelsiz ekonomi politikalarıyla zirveye çıkan ülke risk puanı hazinenin borçlanma maliyetini yüzde 50’nin üzerinde artırdı!

Hazine ve Maliye Bakanlığı uluslararası piyasalardan bu yılın ilk borçlanmasını geçen hafta gerçekleştirdi. Faiz yerine katılım-kira bedeli üzerinden yapılan sukuk (kira sertifikası) ihracıyla 3 milyar dolar borçlanmaya gidildi. Bakanlık, sukuk ihracı ihalesine 11 milyar dolarlık teklif geldiğini övünerek duyurdu.

    • Ancak bu övünülecek değil aksine utanılacak ve üzülecek bir tablo. Sözde faizsiz finansman temini için yapılan bu borçlanmada yıllık kira (faiz) oranı ABD doları bazında yüzde 7,25 oldu. Bu oran dolar veya Euro bazında dünyanın en yüksek borçlanma oranı ve bir rekor!
    • Kaldı ki böylesine yüksek bir faiz-kira getirisine 11 milyar değil, 50 milyar, 150 milyar dolar da teklif veya talep gelir. İktidar ülkeyi sıcak paracılar, küresel rantiyeciler ve faiz lobicileri için panayır yerine çevirdi.

26 Ocak 2021’de yapılan 1 milyar 750 milyon dolarlık borçlanma ihalesinde faiz yüzde 4,9 idi. 26 Haziran 2021’de yapılan 2,5 milyar dolarlık sukuk ihracı ihalesinde yıllık kira-faiz oranı yüzde 5,1 idi. İktidarın yanlışları, ortaya doğru düzgün bir ekonomik program koyamayışının yanı sıra içeride ve dışarıda uyguladığı politikalarla ülkenin itibarına verdiği hasarlar, hukuksuzluklar, adaletsizlikler, baskılarla zirveye çıkan ülke risk puanı, hazinenin dışarıdan borçlanma, kaynak bulma maliyetlerini olağanüstü düzeylere çıkarttı.

Sözde faizsiz İslami finansman temini için çıkılan borçlanma ihalesinde oluşan dolar bazında yüzde 7,25’lik yıllık faiz bir yıl önce ocak ayındaki faizinin yaklaşık yüzde 100, haziran ayındaki sukuk ihracı faizinin yüzde 50 üzerinde. Hazinenin 2027’de geri ödeyeceği bu borçlanmada ikiye katlanan faizi milletçe hepimiz ödeyeceğiz. ABD Merkez Bankası FED’in faiz oranı sıfır. Bu ay ya da mart ayındaki para kurulu toplantısında faiz artışına gideceğini açıkladı. Beklentiler 0,25 ya da 0,50 oranında bir faiz artışı. Hazinenin borçlanma faizi bunun 7 puan üzerinde ve dolar olarak yıllık ödenecek. Hazine ve Maliye Bakanlığı açıklamasında ihraç edilen 3 milyar dolarlık sukuk sertifikasının yüzde 60’ının Ortadoğu ülkeleri, yani Müslüman ülkelerin sermayedarları, para sahipleri tarafından satın alındığını duyurdu. Diğer deyişle, İslam ülkelerinden gelen tekliflerde bile talep edilen kira-faiz bedeli ortada! Türkiye’nin ülke risk puanı (CDS) geçen nas ısrarıyla zoraki faiz indirimlerinin başladığı eylül ayında 372 idi. Şimdi ise şubat ayı itibarıyla risk puanı 522!

Faizleri indireceğini, faizin dinen haram ve nas olduğunu söyleyen CB Erdoğan, ülkesini ve halkını ağır bir borç ve faiz yükü altına soktu. Üstelik bu rekor borç faizi, İslami finansman temini için ödeniyor. Buna rağmen hâlâ ekonomide zor günlerin geride kaldığı, dünyada ilk 10 ekonomi arasına girileceği öyküsünü anlatıyor. İÇERİDE ‘politika faizini önemsizleştirdik’ diye övünen CB Erdoğan, DIŞARIDA olağanüstü dolar faizi ile borçlanmaya boyun eğiyor. ‘Faiz nastır, dış borçlanma faizini de sıfırladık, önemsizleştirdik’ diyemiyor!

  1. Ocak ayı bütçe gerçekleşmesi rakamları, geçen ay 30 milyar TL fazla verildiğini gösteriyor. Bu fazlanın yarısını aşan tutarı iktidarın her fırsatta inançlar ve yaşam tarzı üzerinden eleştirdiği alkollü içki, sigara, bahis oyunlarından elde edilmiş. Kurumlar Vergisi beyanname dönemi olmadığı halde ilk kez ocak ayında 14 milyar liralık kurumlar vergisi tahsilatı, “güvenilirlik” sorununda sıranın Hazine ve Maliye Bakanlığına geldiğini gösteriyor!

Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın açıkladığı 2022 Ocak ayı bütçe gerçekleşmeleri, geçen ay merkezi yönetim bütçe giderlerinin 145 milyar 958 milyon TL, bütçe gelirlerinin 176 milyar 2 milyon TL tutarında olduğunu, 30 milyar 44 milyon TL bütçe fazlası, 44,3 milyar TL de faiz dışı fazla verildiğini gösteriyor. Geçen yılın ocak ayında 24 milyar 154 milyon TL açık veren bütçenin bu yıl 30 milyar fazla vermesinin ardında vergi gelirlerindeki artış yatıyor. Ocak 2021'e kıyasla bu yılın aynı ayında bütçe giderleri yüzde 28,3, bütçe gelirleri yüzde 96,4, vergi gelirleri ise yüzde 86,1 oranında artmış. Ocak ayında 14 milyar 231 milyon lira tutarında faiz harcaması- ödemesi yapılmış. 2022 yılı bütçe kanununda bu yıl öngörülen 1 trilyon 750 milyar 957 milyon TL ödeneğin 146 milyar liralık kısmı ilk ayda harcanmış.

Rakamlara bakıldığında ocak ayında bütçedeki gelir tutarı 176 milyar 2 milyon TL olarak gerçekleşmiş. Bunun 147 milyar 418 milyon lirası vergilerden 26 milyar 74 milyon liralık kısmı vergi dışı gelirlerden sağlanmış.

Vergi gelirleri içinde en dikkat çeken, beyanname verme ve ilk taksit ödeme dönemi nisan ayı olmasına karşılık ocak ayında 14 milyar 530 milyon liralık kurumlar vergisi tahsilatı yapılmış olması. Bunun 12 milyar 961 milyon liralık kısmı kurumlar geçici vergi tahsilatından elde edilmiş. Merkez Bankası genel kurulunun erkene çekilerek 3 Şubat’ta olağanüstü toplanması ve 49 milyar liralık kâr ile yedek akçe toplamının hazineye, bütçeye aktarılması kararı sonrasında bütçeye bu ay giren bu aktarmayla şubat ayı bütçe dengesinin de fazla vermesi sağlanacak. O nedenle iktidar muhtemelen yılın ilk ayında yüksek bir bütçe açığı tutarını açıklamamak için bazı büyük şirketlerden, muhtemelen iktidar müteahhitlerinden ve kendisini kırmayacak bazı kurumlar vergisi mükelleflerinden nisan ayında beyan edecekleri vergilerin bir kısmını geçici beyanname ile ocak ayında ödemelerini istemiş. Böylece kurumlar vergisi tahsilatından ocak ayı vergi gelirlerine 14,5 milyar TL gelir ilave edilmiş. Merkez Bankasının 30 ve 31 Aralık tarihlerinde 130 milyar liralık bilanço oyunuyla bir gecede 70 milyar TL zarardan 60 milyar TL kâra geçmesi ve bunun 49 milyarını da olağanüstü genel kurulla bütçeye aktarmasına benzer bir hesap oyunu ocak ayında bütçede de yapılmış.

TÜİK’in enflasyon, işsizlik, büyüme gibi verileriyle ilgili hesaplama tartışmaları, rakam oyunları, enflasyon hesabında sepet oyunları ile gerçek verilerin üzeri örtülerek itibar erozyonu ve güvensizlik rutine dönüşürken, anlaşılan köklü kamu kurumlarında yaygınlaşan bu bulaşıcı hesap-rakam oyunu alışkanlığı ülkenin en eski ve saygın kurumlarından Hazineye ve Maliyeye de geçmiş. Ocak ayında açıklanan 30 milyar liralık bütçe fazlasının neredeyse yarısı bu yolla kurumlar vergisinden gelirlere yazılmış!

Bütçe fazlasının yaklaşık diğer yarısı ise iktidarın inançlar ve yaşam tarzları üzerinden sürekli eleştirdiği, Diyanet İşleri Başkanlığı’na ‘haram, günah, yasak’ fetvaları verdirdiği sigara, alkollü içkiler, bahis ve şans oyunlarından elde edilmiş. Ocak ayında;

    • Sigaradan alınan ÖTV geliri 9 milyar 169 milyon,
    • Alkollü içkilerden alınan ÖTV geliri ise 2 milyar 908 milyon TL.
    • Bu iki kalemden elde edilen toplam ÖTV geliri 12 milyar 77 milyon lira.
    • Bahis ve şans oyunlarından 729 milyon, deprem vergisi olarak tahsil edilen Özel İletişim vergisinden ise ocak ayında bütçeye 645 milyon lira gelmiş.

    • İnternet reklamlarından alınan ve dünyada uygulanan en yüksek oran olan yüzde 7’lik dijital hizmet vergisinden ocak ayında bütçeye gelen para ise 325 milyon TL. Bu kalemlerden bütçeye gelen toplam tutar ise 13 milyar 777 milyon lira.
    • Ocak ayında toplam tutarı 22 milyar 202 milyon lira olan ÖTV gelirlerinin

12 milyarı, yaklaşık yüzde 60’ı sigara ve alkollü içkilerden elde edilmiş.

2021 yılı ocak ayı bütçe gelirleri 89 milyar 609 milyon TL iken 2022 Ocak ayında yüzde vergi artışları ve yapılan yüklü zamlarla 96,4 oranında artarak 176 milyar 2 milyon TL tutarına ulaşmış görünüyor. Ocak ayı vergi gelirleri tahsilatı da böylece geçen yılın aynı ayına göre yüzde 86,1 oranında artış göstermiş.

Yüklü zamlarla sigara ve alkol vergileri, telefon ricası veya örtülü tehditle kurumlar vergisi tahsilatı, telefon-internet zammıyla deprem vergisi-özel iletişim vergisi gelirleri ve nihayet bahis-kumar ve şans oyunlarından alınan vergiler iktidarın can simidi olmuş. Bütçeyi finanse etmiş, ‘bütçe fazla verdi’ diyerek iktidarın övünmesine olanak sağlamış!

  1. Uluslararası İstatistik Enstitüsü (ISI) ve Uluslararası Resmi İstatistik Birliği (IAOS), ortak resmî açıklamayla TÜİK’e yönelik siyasi müdahaleler ve yayınlanan istatistiki verilerin güvenilirliği konusunda ciddi endişe taşıdıklarını belirterek Türkiye’den güvence istedi. Eurostat, TL’deki aşırı değer kaybı ve TÜİK’in enflasyon verilerindeki tartışmalar sonrası Türkiye ile ilgili satın alma gücü hesaplarını sıralamadan çıkarttı!

TÜİK’in verileriyle ilgili güvenilirlik tartışmaları üzerine Türkiye’nin ve TÜİK’in de üyesi olduğu Uluslararası İstatistik Enstitüsü-ISI (International Statistical Institute) ve Uluslararası Resmi İstatistik Birliği-IAOS (International Association for Official Statistics) Başkanlarının yayınladığı ortak imzalı deklarasyonda ‘Türkiye’deki resmi makamlardan, gerek ISI’nın profesyonel ve etik istatistik ilkelerini gerekse BM’nin Resmi İstatistiklere ilişkin temel İlkelerini tam olarak karşılayan nesnel istatistikler sağlayabileceğine dair güvence vermesini bekliyoruz’ denildi. ISI ve IAOS başkanlıklarının endişe taşıdığı, süreçlerin şeffaf olmamasının güvenilirliği ciddi ölçüde zedelediği vurgulanan açıklamada özetle şu ifadelere yer verildi:

“Türk makamlarının, TÜİK'in uluslararası standartları tam olarak karşılayan nesnel istatistikler sağlayabileceğine dair güvence vermesini bekliyoruz. Bu, yalnızca hükümete değil, genel olarak Türk toplumuna da hizmet eden ve güvenilir istatistiklere dayanan mali piyasalar da dahil olmak üzere uluslararası toplum tarafından Türkiye'nin resmi istatistiklerine olan güveni sağlamanın aracı olacaktır.”

Gerçeklerin üzerini örtmek için her alanda yürütülen bu girişimlerle içeride artık hepimizin bildiği bir gerçek, uluslararası alana da taşındı ve TÜİK dünyada verilerine şüpheyle yaklaşılan bir konuma getirildi. Bu sürecin ilk işareti geçen ay Avrupa Birliği İstatistik Ofisi (Eurostat) tarafından verilmişti. Eurostat, uygulanan ekonomi politikaları, MB faizine müdahaleler, kurlardaki yükseliş ve TL’deki aşırı değer kaybı nedeniyle asgari ücretin satın alma gücüne dair daha önce açıkladığı 2021 yılı Türkiye verilerini sistemden kaldırdı. Muhtemelen yeniden yapılacak alım gücü hesaplaması açıklandığında Türkiye sıralamanın en sonuna gerileyecek.

Şeffaf olmayan, yöneticileri ve karar süreçleri, hesaplama yöntemleri sıklıkla değişen, keyfi şekilde yönetilen bir devlete ve kurumlarına kimsenin güvenmesi beklenemez. Türkiye’nin uluslararası alanda ülke ve kurumsal olarak saygınlığının iktidar tarafından getirildiği bu nokta, kabul edilemez!

  1. Tüm dünyada çip krizi yaşanırken, ufku sadece rant ve inşaatla sınırlı iktidar, milyarlarca doları toprağa gömdü. Akıllarına 20 yıldır bir çip fabrikası yatırımı gelmedi. İsrail, Hayfa Limanı özelleştirmesinde Türk şirketlerini ‘güvenlik’ gerekçesiyle diskalifiye etti. İktidar, ülkenin tüm limanlarını 49 yıllığına özel şirketlere, yabancılara, Katar’a teslim etti!

İsrail hükümeti Hayfa Limanı işletme ve özelleştirme ihalesinden Türk firmalarını diskalifiye etti. İhaleye katılan iki konsorsiyum arasında en iddialı konumda olan, Türkiye’de, çeşitli dünya ülkelerinde ve Latin Amerika’da çok sayıda limanı işleten Türk şirketi ‘güvenlik’ gerekçesiyle ihaleden çıkarıldı. İsrail ile normalleşme girişimleri çerçevesinde İsrail Cumhurbaşkanının 9-10 Mart’ta Türkiye’yi ziyaret edeceğinin resmi olarak açıklandığı sırada duyurulan Türk şirketlerine diskalifiye kararı, bir devletin ülkenin geleceğini ve güvenliğini, stratejik tesislerini her türlü kazancın, teklif edilen en yüksek gelir garantisinin de üzerinde tuttuğunu göstermesi açısından iktidar tarafından ders alınmalı. Türkiye’de ise CB Erdoğan ve partisi, kamu işletmelerini, Telekom, enerji, elektrik santralları, çimento fabrikalarına varana kadar tamamını 70 milyar dolara sattı. Başta Katar olmak üzere yabancı ülkelere ve özel şirketlere işletmesi verilen limanlarda süre 49 yıla uzatıldı. Dalaman Havaalanının işletmesini 25 yıllığına üstlenen yerli şirket, hisselerinin yüzde 60’ını ve işletme hakkını Akdeniz havzasında turizmdeki en büyük rakiplerimizden İspanyollara sattı. Sırf satmaya, ranta, kendilerine yakın küçük bir azınlığa servet aktarmaya odaklı bu politikalarla, enerjide yitirilen bağımsızlık ve içeride özel şirketlere, dışarıda yabancı ülkelerle bağımlılıkla Türkiye sanayisinin elektriği, doğalgazı, enerjisi bir hafta kesildi. Tüm ülkede üretim durdu.

Korona salgınında dünya ekonomilerinin, otomotivden bilişime varana kadar tüm sanayilerin karşı karşıya kaldığı en büyük sorun çip krizi. ABD’den Çin’e, Almanya’ya kadar pek çok ülkenin önde gelen kuruluşları çip krizi nedeniyle üretimlerini yavaşlatmak ya da ara vermek zorunda kaldı. Dünyanın en büyük çip üreticileri ve pazarın yüzde 80’den fazlasını kontrol eden iki ülke Tayvan ve Güney Kore. Çin çip üretimi için dev yatırımlar yürütürken diğer yandan da Tayvan üzerinde hak iddia ediyor. ABD’de ise Başkan Biden, Çin’in olası Tayvan işgaline karşı Pasifik bölgesine odaklanırken bir yandan da rekabet için ülkesinde çip yatırımı projesine başlayacağını açıklayan Intel’e 20 milyar dolarlık teşvik ve destek sağlanması kararı aldı. Intel geçen hafta İsrail’deki orta ölçekli çip üreticisi şirketi de 5 milyar dolara satın aldı. Güney Kore’nin Samsung ve LG ile başlattığı elektronik yatırımlarıyla aynı dönemde Türkiye’de CHP-MSP koalisyonunun sanayi hamlesi ile motordan, takım tezgahlarına, santral tribünlerine, elektro mekaniğe kadar uzanan yatırımlar arasında çip, yarı iletken, ara iletken ve elektronik yonga üretmek üzere kurulan Türkiye Elektronik Sanayii A.Ş. (TESTAŞ) ve Aydın Elektronik de yer alıyordu. Daha 1970’li yıllardaki bu gelecek öngörüsü sonraki iktidarlar tarafından sürdürülmedi, kesintiye uğratıldı. TESTAŞ kapatılarak hurda fiyatına, Aydın Elektronik ise arsa bedeline lüks konut inşaatı için özelleştirmeyle satıldı.

156 milyar dolar olan 172 Kamu-Özel İş birliği (KÖİ) projesinin 2021-2045 dönemi dövize endeksli ödeme garantileri tutarı 158,2 milyar dolar. İktidar, müteahhitlerine akıttığı milyarlarca doların yanı sıra 2045’e kadar uzanan ve ülkenin geleceğini ipotek altında alan döviz garantili ödemelerle böylesine büyük meblağları toprağa gömerken, bir çip fabrikası yatırımına kaynak aktarmak akıllarına gelmedi!

  1. CB Erdoğan’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ziyaretinde iki ülke arasında 13 anlaşma imzalanırken, geçen yılın ortasına kadar ’15 Temmuz darbesinin finansörü’ olmakla suçlanan BAE, 10 milyar dolarlık yatırım vaadiyle iktidarın ‘ekonomik finansörüne’ dönüştü. Bu ziyaretle, İhvan’a endeksli dış politikadan U dönüşüyle, ‘dolara endeksli’ dış politikaya geçildi!

CB Erdoğan, ziyaretteki ortak hedefin ikili ilişkileri her alanda çok daha üst seviyelere taşımak olduğunu vurgulayarak; “BAE ile dostluğumuzun ve kardeşliğimizin yeni 50 yılına şekil verecek adımları beraberce atacağız” dedi. Ziyarette iki ülke arasında savunma sanayii, sağlık, iklim değişikliği, sanayi, teknoloji, kültür, tarım, ticaret, ekonomi, kara ve deniz taşımacılığı, gençlik, afet yönetimi, meteoroloji, iletişim ve arşiv alanında 13 anlaşma imzalandı. Abu Dabi Kalkınma Fonu’nun Türkiye’de öngördüğü bazı satın almalar, ortaklıklar ve yatırımlar için 10 milyar dolar ayırdığı yinelendi.

Normalleşme adımlarıyla Mısır, İsrail, BAE ve Suudi Arabistan ile yürütülen temaslarda şu ana kadar en somut ilerleme, BAE ve İsrail ile sağlanmış görünüyor. BAE ve Mısır’ın normalleşme için İhvancı yaklaşımın terk edilmesi ve İhvan’a desteğin kesilmesi koşulunu kabul eden iktidar, içinde bulunulan ağır ekonomik krizin ve döviz ihtiyacının da dayatmasıyla Siyasal İslam ve İhvan endeksli dış politikadan ‘dolara endeksli’ dış politikaya geçiş yaptı. BAE’yle yapılan swap anlaşması ve henüz sadece vaat olarak ortada duran 10 milyar dolarlık yatırım bu sert eksen değişikliğinin ve U dönüşünün itici gücü.

Ayrıca BAE-İsrail yakınlaşmasının bir yansıması olarak BAE’nin de girişimleriyle İsrail-Türkiye normalleşme süreci hızlandı. CB Erdoğan’ın BAE ziyaretinin hemen sonrasında İsrail Cumhurbaşkanı Yitzak Herzog’un 9-10 Mart’ta Türkiye’ye resmi ziyarette bulunması kesinleşti. CB Erdoğan’ın BAE ziyaretinin ana amacı kaynak bulma ve ekonomik destek beklentisi olmakla beraber, bölgede son birkaç yılda değişen dengeler ve ortaya çıkan yeni atmosfer de iktidarı bu politika değişikliğine mecbur kıldı. Gerçekte Türkiye ile BAE arasında somut herhangi bir sorun yok. Darbe finansörlüğü suçlamasının örtülmesi ve İhvan desteği kesildikten sonra ilişkilerin hızla normalleşmesi makul bir gelişme. Kaldı ki iktidarın İhvancılık uğruna bölge ülkeleriyle bağları kopartarak Türkiye’yi yalnızlaştırmasının yanlışlığını ve ülkemizin çıkarlarına aykırılığını hep vurguladık.

Bölgede Körfez ülkeleri ve İsrail ile İran arasındaki gerilimden kaynaklı yeni bir güvenlik şemsiyesi organize edilmek isteniyor. ABD bu çerçevede daha önce vurguladığım gibi Katar’ı bölgede NATO üyesi olmayan ancak en güvenilir askeri- stratejik-ekonomik müttefik olarak ilan etti. Şu anda asıl önemli aşamanın Mısır ve Suudi Arabistan ile normalleşme olacağı anlaşılıyor. Mısır, İhvancılığın terk edilmesi yanında Libya’dan Suriye’ye, Kuzey Afrika’dan Sudan ve Etiyopya’ya kadar Türkiye’ye koşullar öne sürüyor. Türkiye’nin Arap ülkelerinin ilişkilerine içişlerine karışmamasını, Libya ve Suriye’den çekilmesini vb. talep ediyor. Daha önce BAE ziyareti resmen açıklandığında CB Erdoğan’ın BAE’den Suudi Arabistan’a geçebileceği ve bir Körfez ülkeleri turunun olabileceği ifade edilmesine karşın bu gerçekleşmedi. Anlaşılan Suudilerle normalleşmede sıkıntılar söz konusu!

Normalleşmenin diğer tarafındaki ülkeler açısından iktidarın güvenilirliği en önemli kriter. Bugüne kadar uyguladığı politikalarla karşı tarafın güvenini dibe vurduran iktidarın tüm bu süreçlerden sonra şimdi ‘hadi gelin normalleşelim’ dediğinde karşı tarafın hızla buna ‘evet’ demesini umması gerçekçi değil. Bu yüzden Mısır, Yunanistan, Ermenistan, Suudi Arabistan ile normalleşmenin BAE kadar hızlı olacağı kanısında değilim!

  1. Yunanistan meclisinin yeni silahlanma programını onaylaması Ege ve Akdeniz’de gerginliği tırmandırabilir. Başbakan Mitçotakis’in Silahlanma Programını meclise sunarken yaptığı konuşmada; Türkiye’den gelen tehditler nedeniyle ülkesinin daha fazla silahlanma ihtiyacında olduğunu söylemesi, ikili ilişkilerde ve bölgemizde barışa hizmet etmeyecek bir yaklaşımdır!

Yunanistan Başbakanı Mitçotakis tarafından geçen hafta parlamentoya sunulan yeni silahlanma programı ve öngördüğü 9 milyar dolarlık silah alımı Yunan meclisi tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Yunan Hava Kuvvetleri 24 Rafale savaş uçağına sahip olacak. ABD, Dedeağaç’taki üsse taşıdığı çok sayıda tank, savaş helikopteri, zırhlı aracı Yunanistan’a hibe etti. Yunan meclisinin onayladığı Silahlanma Programında Almanya’dan da sayısı belirtilmeyen miktarda denizaltı torpidoları alımı bulunuyor. Yunanistan Meclisi’nin onayladığı Silahlanma Programı Yasasının gerekçesinde; Türkiye’den gelen tehditlerin artması, Yunanistan-Türkiye arasındaki gerginleşen ilişkiler ve Yunanistan’ın savunmasını güçlendirmeye mecbur olduğu, belirtiliyor.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Yunanistan'ın Lozan Anlaşması uyarınca silahlandırılmaması gereken adalardaki silahlanma eylemleriyle, Doğu Ege'deki çok sayıda ada üzerindeki egemenlik haklarını uluslararası anlaşmalar kapsamında kaybettiğini ifade etmişti. Doğu Ege’deki adaların silahlandırılması 1923 Lozan Anlaşması ve 1947 Paris Anlaşması hükümlerine aykırı. Türkiye, söz konusu anlaşmalardan kaynaklanan Yunan ihlallerini Birleşmiş Milletlere iletti.

Yunanistan, Türkiye’nin Ege bölgesi kıyılarında konuşlandırılan çıkartma gemilerinden ötürü bölgedeki Yunan adalarının saldırı ve işgal tehdidi altında olduğunu, adaların savunma amacıyla silahlandırılmasının zorunlu olduğunu öne sürüyor.

Saldırı ve işgal iddialarını reddeden Türkiye, asıl Yunanistan’ın uluslararası hukuku ve anlaşmaları çiğneyerek silahsızlandırılmaları anlaşmalarla hüküm altına alınan adalara askeri yığınak yaparak, Ege’de gerginliği tırmandırdığını savunuyor.

Yunanistan’ın silahlanma yarışına hız vermesi, Ege ve Akdeniz’de gerilimi tırmandırmanın yanında Yunan halkının da aleyhine olacaktır. Yunanistan ekonomisi ve Yunan halkının refahı için harcanması gereken milyarlarca doların Türkiye düşmanlığı ve hayali tehditlerle silah üreticilerine aktarılması mutlaka sorgulanacaktır. Silahlanma yarışı ve gerilim, kimsenin yararına değildir. Oysa Ege ve Akdeniz’in BARIŞ DENİZİ olması, Türk ve Yunan halklarının refahını ve dostluğunu güçlendirecektir.

Editör: TE Bilisim